29 Kasım 2014 Cumartesi

DE UNİVERSİTATİS FABULA

              Başvurusunu yapıp işe kabul edilmiş, içinde bir hafiflemeyle kapıdan çıkmıştı. Birkaç dakika yürüyüp ana yola ulaştığında bir kuşku düştü içine. Geri dönüp binaya, binalara bakmalıydı. Her şey o kadar temiz, o kadar kusursuz görünüyordu ki, burada mutlaka bir sorun olmalıydı. Geri döndüğünde o koskoca sarı binaları, bakımlı küçük yeşillik parçalarını, tek sıra halinde dizili güzel ağaçları göremeyecekti. O ağaçların yeri orası olamazdı. Orada büyümüş olmaktan çok, o kocaman halleriyle bir yerlerden sökülüp birkaç saat için oraya iliştirilmiş, tutturulmuşlardı sanki. İçindeki “geri dön” diyen ses çok güçlüydü ama o sadece gülümsedi. Uzun süredir işsizdi, iş bulabilmesi neredeyse mucizeydi, hele böyle bir işi. “Saçmalıyorum” diyerek yoluna devam etti.
            Oysa saçmalamıyordu. Elbette bina, binalar uzun süredir oradaydı. Orada olmaya da devam edecekti ama hissettiği şey, o sahte, gerçek olamayacak kadar iyi görünenin gerçek olmama hali, hatta sandığı kadar iyi de olmaması.. Görünenin altındaki başkanın kokusunu almıştı.
            Günleri hep aynıydı. Yine de işini seviyordu. Tek sorun sohbet edecek kimse olmamasıydı. Bu kadar kalabalık bir yerde yaşam belirtisi olmaması şaşırtıyordu onu. Konuşuyorlardı, kahve içiyorlardı, çalışıyorlardı, yemek yiyorlardı ama yaşamıyor gibiydiler. Bir iki sohbet girişimi karşılıksız kalmıştı. İki kişinin balkonda konuştuğunu gördüğünde hemen yanlarına gidiyordu. Ona gülümsüyor, kibar davranıyorlardı. Ama hemen ellerindeki telefona bakmaya başlıyor, telefonda gördüklerini birbirlerine anlatıyorlardı. Bir de kendi kendilerinin fotoğrafını çekiyorlardı ellerindeki telefonla. Sonra tekrar tekrar, hep birlikte, sıkılmadan kendilerinin nasıl göründüğüne bakıyorlardı ellerindeki telefondan. Suretleri seviyorlardı.
            Bu suret meselesi önemliydi. Buradaki herşey suretti. İnsanlar suretlerini seviyorlardı. Yaşayıp yaşamadıklarının sağlamasını suretlerini kontrol ederek yapıyorlardı. Yaşıyorlar mıydı? Hemen telefonda kendi çektikleri kendi fotoğraflarına bakıyorlardı. Üzgün ya da yasta mıydılar? O zaman bilgisayar ya da telefonlarının fotoğraf stokunda bulunan siyah bir kurdeleyi kendi fotoğrafları ile değiştiriyor ya da fotoğraflarını karartıyorlardı. Diğerlerinin duygu durumunu anlamak için onların fotoğraflarını da sık sık kontrol ediyorlardı. Evli miydiler? Birini seviyorlar mıydı? Biriyle bir ilişkileri mi vardı? Bilmiyorlardı. İçlerine bir kuşku düştüğünde hemen onları tanımlayan suret sayfasına bakıyorlardı. Haliyle boşanmalar, ayrılıklar, ölümler, doğumlar, sevinçler ve kahırlar da kendilerine ait suret sayfasında yaşanıyordu. İster üzülsünler, ister sevinsinler, ister kahrolsunlar, ister boşansınlar, bu durum ve duygu değişikliklerini anında paylaşıyorlar diğerleri de bu paylaşımları, içeriği ne olursa olsun “beğeniyorlardı”.
            Bir tek, giriş kapılarından birinin yanında yatan, yaşamaktan yorulmuş ama bir türlü ölemeyen köpek gerçekti. Bıkkınlıkla bakıyordu giren çıkana. O kadar yorgundu ki, uyuyamıyordu bile.  Ara ara iç çekiyordu. Çok uzun yaşayan, olması gerektiğinden çok yaşayan tüm canlılar sanki kendi türlerinin özelliklerini kaybediyor, sadece “yaşlı, çok yaşlı”oluyorlardı.  Ölüm döşeğindeki anneannesinin yüzüne bakınca anlamıştı ilk kez. Kapının önünde yatan köpekle anneannesinin yüzündeki ortak şeyi görebiliyordu. İkisinin de gözlerinin önündeki bulutu, ağızlarındaki tuhaf açıklığı, bakışlarının en derinindeki çaresizliği –sanıldığı gibi ölüyor olmanın çaresizliği değildir bu, aksine ellerinde şimdilik var olan yaşamla ne yapacağını bilememenin çaresizliğidir- daha sonraları başka “çok yaşlı”ların yüzünde de görmüştü. Onları tanıyordu, artık yaşamdan çok ölüme ait olduklarını henüz son nefeslerini vermeden hemen anlıyordu.
            Gerçeği sevmeyenlerin icadıydı suretler. O kapının önünde, yaşamla ne yapacağını bilememenin çaresizliği ile besbelli acı çekerken, diğer giriş kapısının önüne ahşap bir heykelini yapmışlardı köpeğin. Köpeğin heykeli ile gurur duyuyorlardı. Birbirlerine gösteriyor, gülümsüyor, görmeyenlere köpeğin heykelinden bahsediyorlardı iştahla. Köpeğin bir adı da vardı, -biz ona “Raki” diyelim- ama kimse köpeği adıyla çağırmazken, “Raki’nin Heykeli’nin Önü” bilinen buluşma noktalarındandı. 
            İşe başlayalı birkaç hafta olmuştu ama hala bir arkadaşı yoktu. Çevresindekilerle konuşmak istiyordu ama birkaç girişimden başarısızlıkla çıkınca vazgeçti. Yaşadığını kendine hatırlatmak istiyordu. Suret olmadığını... Bir kitap ve bir taş getirdi ertesi gün yanında. Masasının üstüne, her an görebileceği bir yere koydu getirdiklerini. Taşı birkaç yıl önce deniz kenarında geçirdiği bir günün sonunda bulmuştu. Grimsi mavi renkli, bir avucunu dolduran, biraz şekilsiz, sıradan hatta çirkin bir taştı. Güneş batmak üzereyken gözüne çarpmıştı. Önce eline almış, sonra bırakamayıp cebine koymuştu. Uzun süre cebinde gezdirmişti taşı. Ne zaman dışarı çıksa eli cebinde taşı tutardı. Taş şimdi masasının üzerinde tüm tuhaflığı ve aykırılığı ile duruyor, adeta ona “bakıyordu”.
            Kitapsa babasının çocukluğunda ona neredeyse zorla okuttuğu, on iki yaşının akılsızlığı ile okurken sıkıntıdan ağladığı, ünlü bir Fransız yazarın “saf, katıksız” anlamına gelen kitabıydı*. Gençliğinin sonunda babasını düşündüğü bir gün kitabı tekrar okumuş ve herşey bir anda yerli yerine oturmuştu. Kitabı taşın yanına koydu.
            Ertesi sabah işe geldiğinde masasının başında dört kişi vardı. Üçü taşı elliyor, biri de kitabı kurcalıyordu. Yüzlerinde meraktan çok şaşkınlık belki biraz da alaycılık vardı. Odaya girdiğini görünce birinin özel eşyalarını karıştırırken yakalanmış olmanın verdiği huzursuzlukla ellerindekileri masaya bıraktılar. Gülümseyip “günaydın” dedi. Bu günaydına cevap vermeye tahammülleri yoktu, aceleyle “bunlar ne?” diye sordular. “Bir taş, bir de kitap” işte. Neden masanın üzerinde duruyorlardı? Bu soruya sevindi. Sohbet edebilirlerdi bu sayede. Ama sevinci soruyu soranların yüzünden geçen öfke bulutunu görmesini engellemişti. “Taş geçirdiğim güzel bir günü hatırlatıyor. Kitapsa babamı…” Cevapla ilgilenmemişlerdi. Başlarıyla soğuk bir selam vererek odadan çıktılar.
            Olanlar canını sıkmıştı. Taşa dokundu, kitabın kapağını kendine çevirdi. Pek de bir anlamı olmayan dokunuşlarla ikisini de kendince olması gereken yere yerleştirdi.Canının sıkıntısı bugün geçmeyecekti, biliyordu. Huzursuz ve karasız hareketlerle koltuğuna oturdu. O anda telefon çaldı. Gözü telefonun ekranına kaydı. Arayan tanIdık olmadığından olsa gerek ahizeyi uzanan eli şimdi havada kalmıştı.
              Arayan “Camlı Oda” idi.
            Camlı Oda hakkında birkaç şey duymuştu. Patronun ofisiydi. Camlı Oda’yı ve patronu daha önce görmemişti. Aslında patronun yüzünü hiç görmemişti. Onu uzaktan yürürken, spor salonundan üzerinde eşofmanları ile çıkarken, bir kez de yemek yerken görmüştü. Ama sadece sırtını ve ensesini… Camlı Oda’nınsa nerede olduğunu öğrenmişti. Patronun öğle tatillerinde orada oturduğu ve orta bahçeyi izlediği de konuşuluyordu. Önceleri bahçedeki yurtsuz ağaçları ve çiçekleri izlediğini sanmıştı ama yanılıyordu. Patron çalışanlarını izliyor ve öğle tatilini uzun tutanların listesini çıkarıyordu. İş yerindeki ilk öğle yemeğinde bahçedeki boş masalardan birine oturmuş, neden sonra etrafında kimsenin olmadığını fark etmişti. Elinde yemek tepsileri yanından geçenler ona bakıp gülümsüyorlardı. Nazikçe cevap veriyordu o da. Bir gün önce tanıştığı bir adam yanına gelip bu masada oturmak istediğinden emin olup olmadığını sordu. “Camlı Oda’nın görüş alanının tam göbeğindeydi.” O gün yerinden kalkmayı kendine yediremedi ama daha sonraki günler görüş alanının dışında kalmayı yeğleyecekti.
            Tüm bunları hızla aklından geçirirken çalmaya devam eden telefon onu uyandırdı. Telefonu açtı.
                Karşı taraftaki kadın sesi mesafeli, kararlı, soğuk ama kibardı. Nedense patronla konuşacağını düşünmüştü. “Yarın sabah saat sekizde ana bina sekizinci katta kahvaltıda olmalısınız.” Davetten çok bir emre benziyordu kurduğu cümle. “Sekizinci katın neresinde?” diye soracak oldu. “Sekizinci kata geldiğinizde neresi olduğunu anlayacaksınız?” dedi ses. Teşekkür etmesini beklemeden telefonu yüzüne kapattı.
Orta büyüklükteki salonun üç duvarı masalarla çevrilmişti. Kapıya bakan orta masa dışında bütün masalar dolmuştu. Tavandan neredeyse yere kadar uzanan şatafatlı avize olmasa oldukça sıradan bir mekan sayılabilirdi ama kesme camla donanmış devasa avize mekana uyumsuzluktan çok içeri girenin saygılı ve sessiz davranmasını sağlayan kibirli bir ev sahibi edasıyla parıldıyordu. Yaklaşık elli kişi boş masanın sahibinin gelmesini bekliyor, yanındakiyle küçük, zoraki sohbetler yapıyordu. O ise neden burada olduğunu düşünüyordu. Aslında bu soruyu telefon konuşmasından beri düşünüyordu. Gece gözünü kırpmamıştı.
Telefondaki ses haklıydı. Daha ana binaya girer girmez endişeli ve aceleci adımlarla salona doğru yürüyen insanları görmüştü. Sekizinci kata geldiğindeyse kahvaltının nerede yapılacağını hemen anlamıştı. Ürkek adımlarla içeri girip, kapıya en yakın koltuğa ilişti. Havada asılı duran ve dağılmaya pek de niyeti olmayan gerginlik, huzursuzluk ve hatta korku bulutunu hemen gördü. (Çocukluğundan getirdiği böyle bir yeteneği vardı, insanların, ortamların duygusunu neredeyse görecek kadar çabuk ve yoğun hissederdi.) Sofrayı görmesi ise birkaç dakikasını aldı. Burada herkes yapılması gerekeni yapıyor, bilinmesi gerekeni biliyor, söylenmesi gerekeni söylüyor, davranması gerekeni davranıyordu. O zaman neden bu kadar gergindiler? O ise hiçbir şey bilmiyordu. Bir bardak çay mı içseydi acaba? Ya çay tabağı bardağa yapışır ve tam kaldırdığında şangırtıyla sofraya düşerse? Belki tabağına konmuş üç zeytinden birini ağzına atabilir. Zeytini elle almak olmaz, çatala batırmak lazım. Ya çataldan fırlayıp yanında oturan ve saç modeli otuz yıl önceden kalma adamın kucağına düşerse? Bıçağıyla biraz tereyağı alabilir ama ya tereyağı donmuşsa ve tamamı bıçağına yapışır, kabını bir anda bomboş bırakırsa? Hepsinden vazgeçti.  Belki biraz su içebilir ama ya patron geldiğinde bir öksürük krizine yakalanır da suya ihtiyaç duyarsa? “En iyisi öylece durmak” diye düşünüyordu ki patron içeri girdi.
Yanlış yere oturduğunu o anda anladı. Ayağa kalkmalı mıydı, yoksa oturmaya devam mı etmeliydi? Bunu düşünmeye zamanı yoktu. Neyse ki yanında oturan adam hızla ve hızını patrona göstermek isteyen riyakar bir ifadeyle ayağa fırladı.
Patron, başıyla oturanlara küçük selamlar vererek, bazısınınsa sırtına dokunup bir iki kelime ederek, - kişiler nasıl da gururla ve kısmi bir rahatlama ile koltuklarına oturuyorlardı – yerine geçti. Önündeki mikrofonu düzeltti, nereden çıktığını kimsenin görmediği garson bardağına çay servis etti, önce tek tek kahvaltı sakinlerinin yüzüne, ardından çayına baktı. Mikrofona yaklaşarak “Hepinize afiyet olsun” dedi. Çatal bıçak sesi çıkarmaktan korktuğu için yermiş gibi yapanların tek istediği, amacı henüz belli olmayan bu toplantının bir an önce bitmesiydi. Ortamdaki küçük rahatlamayı fırsat bilerek bir bardak su içti.
“Kendinizi tanıtın” dedi patron. “Nerede ve hangi görevde çalıştığınızı da söyleyin” “Günaydın, herkese günaydın, iyi günler dilerim, nazik davetiniz için teşekkür ederim” gibi girişlerden en kısa olanını kendisi için seçti. Patron uzun cümlelerden hoşlanan birine benzemiyordu.
Merdivenlerden inerken önündeki iki kadının konuşmalarına kulak misafiri oldu. “İyi ki ne düşündüğümüzü sormadı bu kez” dedi biri. Oysa toplantıda karşısında oturan kadın dün aldığı bluzu düşünüyordu “Ucuz ama penyesi güzeldi” Yanında oturan adam saç modelinin patronunkine ne kadar benzediğini, diğer yanındaki ise bu yıl kıdemi arttığı için serviste bir ön koltuğa geçeceğini ama kalan yıllarının servisin en ön koltuğuna geçmesine yetmeyeceğini düşünüyordu. İki yanında oturansa akşam yaptığı telefon konuşmasından aklında kalan tek cümleyi. “Ölü eti ağır olur”
Günde bir iki kez terasa çıkıp, az ileriden kalkan uçakları, ona her gün biraz daha yaklaşan bulutları seyrederek sigara içiyordu. Bir de çukur vardı. Binanın hemen yanında  kazılan, her geçen gün biraz daha derinleşen, bir çocuğun büyümesini görememek gibi, nasıl derinleştiği anlaşılamayan canlı bir çukur. Bir süredir sigara içerken çukura bakıyordu. Toplantıdan sonra hemen terasa çıkmaya niyetlendi. O zaman gördü “Çukura Bakan Adam”ı. Onun hep durduğu yerde durmuş, elinde sigarası çukura bakıyordu. Bir an sevinse mi üzülse mi bilemedi. Özel anı çalınmıştı sanki ama belki gerçek bir sohbet, gerçek bir arkadaş fırsatıydı bu. Yine de yerini korumak istiyordu, hemen yanında durup onunla birlikte çukura bakmaya başladı. Adamın konuşmaya niyeti yoktu. Bir süre bekleyip “günaydın” dedi der demez pişman olarak. “Arada bir çukura bakıyorum” dedi adam. “Nedense beni çok etkiliyor” Çukura baktığını, çukurun onu da çok etkilediğini söylemek istedi. Adam bir çukura hayranlıkla bakan iki kişinin yanyana gelebilmesine ihtimal verecek birine benzemiyordu. Adam sigarasından bir nefes çekti, “babamın ölüsünü yıkarlarken ben de oradaydım, kimse istemedi yanında olmamı, izlememi. Ama orada olma isteğim çok güçlüydü. Şimdi iyi mi ettim kötü mü bilmiyorum” dedi. “Yas tutmak iyidir” sözleri döküldü ağzından. Adam başıyla soğuk bir selam verip gitti. Eğer önceden tanışıyor olsalardı ayrılırken eliyle omuzuna dokunurdu. İçten gelen bir dokunuştan çok, içten gelen olumlu duygusu ile ne yapacağını bilemeyen birinin öğrenilmiş bir jestiydi bu omuza dokunuş. Elindeki tedirginliği, diğerinin omuzuna doukunşun ne kadar sürmesi gerektiği ile ilgili karasızlığı bir tek o anlayabilirdi. O günden sonra her sigara içişinde gözü “Çukura Bakan Adam”ı arayacak, ama bulamayacak. Şimdilerdeyse Çukura Bakan Adam’ın var olup olmadığını bile bilmiyor. Onunla ilgili bilmediği başka birşeyse, başka bir yerde, başka bir zamanda tanışmış olsalar çok az konuşarak çok iyi arkadaş olabilecekleri. İnsan çok az konuşarak da hayatını bir diğerine anlatabilir. Sözcüklerin gücünü hafife almamalı.
Bu işyeri, çalışanlar, binalar, odalar hatta duvarlar nasıl oluyor da bu kadar çok kağıt üretiyor, bir türlü anlam veremiyordu. Herkes ama özellikle de patron kağıtları çok seviyor olmalıydı. Kimse kimseye güvenmediğinden olsa gerek herkes konuştuklarını, isteklerini, yaptıklarını yazıyor, sonra da dosyalara yerleştiriyordu. Tertemiz, bomboş, güzel kağıtları; yazıcılar, bilgisayarlar, odalar, duvarlar adeta kusuyor, kusulanların çoğu birkaç güne çöpe gidiyordu. Duvarların içindeki küçük evrak asansörleri odalara her dakika kağıt taşıyordu. Duvarlardan odaya açılan kapaklar neredeyse saat başı, kağıtları odanın içine atıyordu. Gelen kağıtların hiçbiri ona değildi, genel gönderilerdi. Yine de her gelen evrağın üzerine bakmaktan kendini alamıyor, ona özel bir işaret arıyordu.
Bir sabah istediği oldu. Bir peygamberin ismini taşıyan sinirli cüce postacı kapıyı vurarak açtı ve koridorda adını haykırdı.  Onu sıkça görüyordu koridorda, günde bir, belki iki kez. “Doğulu Hermes” diye düşünmüştü ilk gördüğünde. Hızla, adeta uçarak postaları yerine ulaştırıyor, evrakların sahibine öfke ile bakıyordu.
“Benim” dedi endişeli. Hermes şüpheli baktı ona. Elindeki zarfı geri çekti. “Sen olduğunu sanmıyorum” dedi. “Adın kadın adı” “Ama o benim” diye tekrarladı şaşkınlıkla. Hermes sinir bozucu bir tıslama ile güldü. Boğazının derinliklerinden bir hırıltı geliyordu sanki. “Sanmıyorum, ama kontrol edeceğim” Koridorda dikilirken Hermes’in diğer odalara hızla girip çıkışını, diğer çalışanlara onu göstererek kimlik kontrolü yapışını izliyordu. Bunu yaparken tereddüt ya da saklama çabası olmaması şaşırtmadı onu. Hermes açıkça canını sıkmak istiyordu. Çalışanlar ismin onun ismi olduğunu doğrulayınca çaresiz zarfı teslim etti Hermes. Yüzünde rahatlama ya da iknaya ait iz yoktu. Aksine “Gözüm üstünde” der gibi baktı, hızla gözden kayboldu.
Eline tutuşturulmuş zarfa baktı bir süre. Üzerinde ismi, hangi blokta çalışığı, görevi yazıyordu. Umursamaz gibi görünmeye çalışarak zarfı açtı. Kahvaltıya katıldığı için teşekkür eden bir iki kuru söz vardı kağıdın üzerinde. Kağıdı zarfa geri koydu, zarfı da Candide’in arasına.
Günleri, duvardaki kapaklardan odaya boşalan kağıtları okuyarak, onları imzalayıp geri göndererek veya delip dosyalayarak geçiyordu. Sohbet edecek gerçek bir insan bulma çabasından çoktan vazgeçmişti. Ama vazgeçmek yetmiyordu, öğle yemeklerinde, bahçede kahve, terasta sigara içtiği anlarda içindeki bir şey kendini inandırma çabasına adeta kafa tutuyor, gerçek  bir insan, içten bir sohbet bulabilme umuduyla yanıp tutuşuyordu.
Hergün  “Çukura Bakan Adam”ın durduğu yerde bir iki kez sigaraya çıkıyor, hatta bazı defalar onu düşünüyordu. O öğle sonrası, sigarasını bitirmiş odasına dönerken aynı koridoru paylaştığı bir iki kişi sıradan bir sesle sordular o soruyu: “Kaç saat gözetmenliği vardı?” “Gözetmenlik mi?” dedi. “ Neyi gözetleyeceğim?” Sıradan sesin yerini meraklı, şüphe dolu ve şaşkın bakışlar almıştı. “Gözetmenliğin ne olduğunu bilmiyor muydu?” Hayır, bilmiyordu. Müşterileri gözetleyecekti elbette. Müşteriler bir hafta boyunca, kendilerine ayrılmış odalarda, aldıkları hizmeti anlayıp anlamadıkları, uygulayıp uygulayamadıkları ile ilgili test edileceklerdi. Çalışanların onları gözlemeleri ve testler sırasında dürüst davrandıklarından emin olmaları gerekiyordu.
Geçirdiği bir hafta korkunçtu. Binadan binaya koşuyor, bir odadan çıkıp diğerine giriyordu. Bahçe, bloklar, merdivenler, odalar, koridorlar gözetmenlerle doluydu. Hepsi koşuyorlardı. Hepsi söyleniyorlardı. Ellerinde hangi saatte nerede gözetmenlik yapacaklarını belirten listeyi parçalayanlar görmüştü bu bir haftada. Koşarken düşüp pantolonu parçalanan bir diğeri neresinin ne kadar göründüğünü anlamaya çalışıyordu bir köşede. Test edilen müşterilerin peşinden koşup onları yakalamaya çalışanlar vardı. Müşteriler onu -ve tabii diğerlerini-  sürekli kandırmaya çalışmasalar oradan oraya koşmak yorucu değildi. Bu işte bir tuhaflık vardı. Buradaki tuhaf pek çok şey gibi…
Gözettiği haftanın ardından kağıt kusan duvarlarla çevrili odasına dönmüştü nihayet. Balkon oradaydı, çukur da. (Büyümesi durmuştu. En son gördüğü haliyle aynıydı.) Çukura bakan adam yoktu. Birlikte sigara içtikten sonra izmaritlerini attıkları kutu da oradaydı. Kafasını neredeyse kutunun içine soktu, onun içtiği sigaranın izmaritinden yoktu, demek gelmemişti, gerçi geldiğine dair bir işaret onu şaşırtırdı.
Oda ise, gözetmenlik yaptığı için gelemediği haftada kağıtla dolmuştu. Kağıtlar kontrolsüzce savrulmuş iskambil kağıtları gibi yerlerdeydi. Onları toparlayıp tarih sırasına koyması, gerekli olanları dosyalara yerleştirmesi, diğerlerini okuması, imzalaması ve geri göndermesi birkaç gününü almıştı. Şimdiden tüm raflar dosyalarla dolmuştu bile. Böyle giderse obur bir çocuk gibi şişmanlayan odasında, birkaç ay içinde oturacak yer kalmayacaktı. Bu kadar kağıt ne olacaktı?
“Bu kadar kağıt ne olacak?” diye sordu oda arkadaşına. “Yeni bir dolap mı isteseydi?” Oda arkadaşı güldü, yeni dolap isteyemezdi, odanın planı bozulurdu. Hem neye yaradı ki yeni dolap, o da bir iki hafta içinde dolacaktı nasılsa. Marifet kağıtları en az yer kaplayacak şekilde tasnif edebilmekti. Tarihlerine dikkat etmiş miydi kağıtların? Tebliğ tarihinin üzerinden beş ay oniki gün geçen kağıtları arşive gönderebilirdi.
Arşive gitmek için gerekli zamanın garipliği dikkatini elbette çekti. Ama artık öğrenmişti, “Neden beş ay oniki gün?” diye sormadı. Kağıtları uygun tarihe göre düzenlemesi bir haftasını aldı. Hergün yeni kağıtlar geliyordu, arşive gidecek kağıtlar için gereken tarih hergün bir gün daha artıyordu. İşini bir günde bitiremediği için bir hafta debelenip durdu. Yedinci günün sonunda arşive gidecek evraklar hazırdı. Tek sorun mesainin bitmesine on dakika kalmış olmasıydı. Bu saatte arşiv açık mıydı? Daha da önemlisi arşiv neredeydi?
Aynı koridoru paylaştığı arkadaşları arşivin zaten geceleri açık olduğu söylediler ona. Arşiv görevlisi gündüz başka bir işte çalışıp akşamları arşive geliyordu. Gece yarısına kadar kağıtları ona teslim edebilirdi. Bunun için binanın zeminine yani kısa bir süre önce canlı olan bir başka çukurun dibine inmesi yeterliydi. Şimdi saat tam beşti ve arşiv görevlisi yerini almış olmalıydı.
Zemin kattaki –ki inmesi hiç de kolay olmamıştı, kağıt kolilerini taşıyan görevli, daha zemin kata varmadan onu bırakıp adeta kaçmıştı, o adamdan, arşiv görevlisinden bahsediyor olmalıydı, korkuyordu- dar kapıyı açtığında gördü onu. Masasında oturmuş kitap okuyordu. Önündeki cılız ve kirli ışık yüzünün görünmesini sağlamıyor aksine yüzünde oynaşan tuhaf gölgelerle tanınmaz kılıyordu. Kapının açıldığını duymuş olmalıydı, oysa kafasını kaldırmadı bile. Yanına yürümek gerekiyordu. Daha ilk adımında ayağı bileğine kadar suya girince duraksadı, şaşkınlıkla yere, ayaklarına baktı.
“Burayı hep su basar, aldırma.” dedi arşiv görevlisi. Kafasını nihayet kaldırmış, ona bakıyordu. İki eliyle iki paçasını yukarı kaldırarak yürümeye devam etti, bu gayreti boşunaydı. Neredeyse dizlerine kadar ıslanmıştı. Masaya iyice yaklaşıp arşiv görevlisinin yüzüne baktı. Yaşını belli etmiyordu adam, hatta yaşı yoktu. Uzun süredir yaşayan, deneyimli birinin gözleri vardı onda, çok şeye bakmış, üzülmüş, sıkılmış, sevinmiş, vazgeçmiş ve umursamamıştı. Suyun içindeki ayakları çıplaktı.
“Uzun süre mücadele ettim suyla, o girdi, ben çıkardım. Bazı günler yağmur olmasa bile su basıyordu, suyun nereden geldiğini anlayamıyordum. Sonra vazgeçtim, vardır bir sebebi diye düşündüm, şimdi ayaklarıma iyi bile geliyor.” Susup kafasını kitabına eğdi sonra.
Masaya doğru uzandı, arşivcinin ne okuduğunu görmek istiyordu. Ama göremedi. “Kağıtları getirdim” demekle yetindi. “Koy işte oraya” dedi adam az ilerideki raflardan birini gösterek. Bir rafın yanına gitti, elindeki kağıt kolisi giderek ağırlaşıyordu. “Buraya mı?” dedi. Arşivci kafasına kaldırmadı, hatta cevap da vermeyecekti. Ama “Ne fark eder” dedi. “Kağıtlar sandığın kadar önemli değil, hiç okudun mu onları? ….Mutlaka okumuşsundur. Sana özel bir iz, bir işaret aramışsındır üstlerinde.” Tüm bunları söyledikten sonra baktı gözlerine. “Boşuna arama” dedi ve kitabına geri döndü.
Boşuna gelmiş olamazdı buraya, buranın sırrı, onunla bir türlü konuşmayan diğerleri, bitmek tükenmek bilmeden odasına yağan kağıtların gizemi, hepsi burada çözülecekti, biliyordu. Sırrın çözümüyse karşısında ilgisiz oturuyordu. Kağıtları bırakması gereken yeri göstermiş, kitabına geri dönmüştü. Bir izin, işaretin peşinden nicedir koşuyordu, belki de okuduğu kitaptaydı çözüm, onun da kapağını bir türlü göremiyordu.
Arşiv görevlisi neden hala orada olduğunu sorgulayan bir ifade ile baktı. O da sohbet etmek isteyen, arkadaş arayan, bulunduğu yerde aykırı kalan, bulunduğu yerde aykırı kaldığını zanneden, kendini özel bir insan olarak tanımlayan –kendinin özel olduğunu hissetmek çağımızın bir hastalığı değil miydi?- etrafında olan biteni anlamlandırmakta zorlanan, anlam olmazsa rahat edemeyen, sihir, gizem, yaşamın gizinin bağını çözecek tek bir sözcüğün peşinde koşan tüm normal insanların bakışı ile baktı ona, nasıl baktığının farkına varmadan. Ayakları suyun içindeydi. Karşısında oturan adamın ayakları suyun içindeydi. Kağıttan duvarları olan bir odanın içinde, kirli bir ışık eşliğinde oturuyorlardı işte. Birazdan bir şey olacaktı, hissedebiliyordu.
“Başka kağıt var mı vereceğin?” dedi yaşlı ama yaşını beli etmeyen adam. “Yok” dedi güvensiz. “O zaman git buradan.”
Tek söyleyeceği bu muydu? “Evet, tek söyleyeceğim bu” dedi arşivci. Düşüncesini okumuştu. “Yapman gereken tek şey var, git buradan”
Kararsız bir iki saniyenin ardından zoraki arkasını döndü, ayaklarını suyun içinde sürükleyerek kapıya yöneldi. Cılız ışığın etkisi yiterken, çıkış kapısının altından süzülen ışık güçleniyordu. Bir türlü ikna olamıyordu bu adamın bir şey bilmediğine. “Bilsem ne olur ki” diye seslendi ardından adam. “Bildiğimi söylüyorum ama sen beğenmiyorsun. Söylüyorum işte, git buradan!”
Ertesi gün işe geldiğinde kocaman bir hiçlikle karşılaştı. Koskoca sarı binalar, bakımlı küçük yeşillik parçaları, tek sıra halinde dizili güzel ağaçlar. Hepsi yok olmuştu. Boş, bakımsız, atıl bir arsanın ortasında yorgun bir köpek yürüyordu sadece. “Raki” diye seslendi köpeğe doğru. Köpek bir an durdu, kafasını ona çevirdi, ardından ayaklarını sürüyerek yoluna devam etti.
Arsayı hemen yanıbaşındaki oto sanayi sitesinden ayıran dar yolun başındaki esnaf lokantasına girdi. Saat öğlene yaklaşmıştı, ne çay içebileceği ne de öğle yemeği yiyebileceği kararsız bir saatti kısacası. Yine de bir garsonla konuşup binalara, iş yerine ne olduğunu öğrenmek için zaman lazımdı, kuru fasulye, pilav ve cacık ihtiyacı olan zamanı ona verebilirdi.
Garson yemeğini getirdiğinde sarı binaların nereye gittiğini sordu. Garson anlamamış baktı yüzüne. Burada tarif ettiği gibi ya da başka binalar hiçbir zaman olmamıştı. Ne zamandır bu arsayı satın alan birinden bahsediliyordu, güya buraya üniversite yapacaktı. Birkaç yıldır bu dedikoduyu duyuyorlardı ana gelen giden olmamıştı hiç. Başka bir şey söylemeden işine döndü sonra.
Hesabı ödeyip dışarı çıktı. Çalıştığı boşluğa son bir kez bakıp yürümeye başladı. Birkaç adım sonra garsonun adını seslendiğini duydu. Garson elinde kötü bir poşetle ona yaklaştı. Adamın biri bu poşeti onun için bırakmıştı, öyle ne yaşlı, ne genç, tuhaf biriydi. Onun olduğunu nereden mi bilmişti. Adam onu tarif etmiş, hatta adını söylemişti, kusuruna bakmasındı, neredeyse unutacaktı.
Poşetin içinde babasının ona verdiği kitap ve taşı vardı.


                                                           Haziran  - Kasım 2014 Sefaköy, Bakırköy

* Candide veya İyimserlik Üzerine, Voltaire

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder