8 Kasım 2012 Perşembe

BACAKSIZ GELİN

                                                                           " Dr. G. Oral tarafından nakledilmiştir."


“Egeliler Adalılar için ne der bilir misiniz? Bilene çay  en iyisi yemek ısmarlayacağım.” Aslında bilmediğimizi biliyordu ama yine de birazdan kendi sorusuna vereceği cevabın etkisini arttırmak istercesine bekledi. Sıradan bir günde “Gidin araştırın, bulun, size şu kadar süre” derdi ama bugün keyfi yerinde görünüyordu. Cevap gelmek üzereydi. “Adalılar adamdan pamukla kan alır. Böyle yumuşak, sessizce, acı vermeden ama içini boşaltarak.” Bir sigara yaktı, devam etti. “Şimdi kendini yazar olarak tanıtan bu kadın atalarının adalı olmasını ilginç bulur ve hatta bununla gurur duyar. Küçük entellektüel duyarlılıklarını kitaplarına aktarırken, aslında bunun kitap yazmak olmadığının farkında değildir. Gerçek olamayacak kadar kibar olan bu kadın, dokunsan ağlayacak, içinin çürümüşlüğünü sağaltmak için kağıda kaleme sarılmış, geniş çevresi, iyi eğitimi sayesinde yazdıklarını ete kemiğe büründürmüştür. Ama aslında ne yakışır ona, yapması gerekip de yapmayarak yazarmış gibi yazmasına sebep olan nedir?”
Şimdi bu kentten sıkılmış, sıkışmış kadın kendince radikal bir karar vererek bir Ege kasabasına -biz bu kasabaya Alaçatı diyelim- yerleşir. Doğayla başbaşa olmak, kentin trafiğinden, kalabalığından ve kirinden kaçmak istemektedir. Ama ne hikmetse kentin ona sunduklarını da yanında getirmiştir. Sahilde bir kafe açar. Köylü kadınlardan otlar satın alıp çaylar demler. Saçlarını kısa kestirir, bol elbiseler giyer. Kendini de yanında getirdiğinin farkında olmadan içer kaynamış otları. Aslında müşterileri de kentlilerdir. Zeytinyağları, sabunlar ve otlarla oyalanır. Akşam yemeklerinde kentten yolu düşmüşlere sofra şarapları ikram eder. Zaman zaman sofralarda küçük duyarlı sohbetler yapar diğer kentlilerle. Duyduğu efsaneleri anlatır onlara. Bazıları çok etkileyicidir, bazıları korkunç. Ama hiçbiri onu “Bacaksız Gelin” hikayesi kadar etkilemememiştir.
Efendim, bu Alaçatı tuhaf yer. Zamanında korsanların da uğrak yeri olmuş limanı, farklı kültürlerden insanları ağırlamış. Garip adetleri var, kaynağı neresi, kim olduğu bilinmeyen. Belki Yunan’lardan, belki Adalılardan, belki de Araplar’dan gelmiş adetler. Bu adetlerden birine göre kızların yüzünü evlendikleri, gelin oldukları gün hiçbir erkek göremez. Babası, dayısı, abisi bile. Gelin erkeklerin olduğu bir yerden geçiyorsa “Gelin geçiyor.” denir, tüm erkekler başlarını önlerine eğer.
Zamanında Alaçatı’da İsmail adlı bir delikanlı yaşarmış. Balıkçıymış İsmail. Büyükçe bir teknesi varmış. Annesi küçük yaşta öldüğünden babası ile pek düşkünlermiş birbirlerine. İsmail babasının sözünden çıkmaz, babası İsmail’in bir dediğini iki etmezmiş. Ama kadınsız hayat zor elbet. Bir kadın bulmuşlar baba oğul, işlerini yapsın diye. Dışarıdan gelen kadınla evin kadını bir olur mu? Yürümemiş o iş. Sonunda babası İsmail’e bir kız bulmuş. İsmail babasına itiraz edecek değil ya. Kabul etmiş evlenmeyi, kız da İsmail’den iyisini mi bulacak? Düğün günü gelmiş çatmış. Kızı süslemiş kadınlar. Tek katlı iki göz odada kınasını yapmaya koyulmuşlar.
Ama Ahmet diye bir delikanlı varmış ki kasabada, kıza nicedir gönül vermişmiş. Sevdiğinin evleneceğini duymuş. Bağrına taş basmış. Ama sevda bu. Son bir kez görmek ister sevdiğini gelinlik içinde. Kınanın yapıldığı evin önüne gelmiş kimselere görünmeden Ahmet. Küçücük buğulu camın ardından son bir kez bakmış ona. Ama bir de ne görsün? Sevdiği de ona bakıyor. Göz göze gelivermişler son kez.
Kız ses etmeyecek ama yanındaki kadınlar anlamışlar bir tuhaflık olduğunu. Camın önüne koşmuşlar ki bir de ne görsünler? Bir erkek duruyor orada, gelin kıza bakmış, onu görmüş. Hemen ardından koşmuşlar.
Ahmet’i yakalamasına yakalayamamışlar ama haberi damada uçurmuşlar. Damat başı önde gezemez, gelininin gözüne erkek gözü değmiş düğün günü.
Kapmış babasının kasaturasını, kızın bacaklarını, kollarını kesmiş. Oracıkta can vermiş kız. Adet bozulmamış böylece.
Düğün günü kolu bacağı kesilen kız efsane olmuş Alaçatı’da. Çünkü aslında hiç ayrılmamış oralardan. Kim ki,  limanda, ıssızda, gece vakti tek başına gezer, bacaksız geline rastlarmış. Başında duvağı kolu, bacağı olmayan hayaletinin kime musallat olacağı belli olmazmış. Bazen kendi görünmezmiş ama sürünerek geçtiği yollarda bıraktığı kan izlerinden anlarlarmış bacaksız gelinin oralarda olduğunu. Anneler, haminneler yemeğini yemeyen çocukları bacaksız gelin gelecek diye korkuturlarmış.
İşte böyle, dedi. Hikayesinin bizde bıraktığı izi izlemek için bir an durdu, bekledi.
Bizim kadına gelince, hiçbir zaman yazamayacağı kitabının hayalini kurarak, ilginç olma peşinde bacaksız gelinin hikayesini anlatır, durur. Kimbilir bacaksız gelin çıkar bir gün karşısına da, bizimki kente geri döner.


Nakledenden bir öykü daha okumak için,

Bir sonraki yazı: Abdi Bey'in Zor Günleri

21 Eylül 2012 Cuma

TUHAF GÜNLER


                                                                                                                   Sevgili Anneanneme,

Her zaman ölümün  çekici olduğunu düşünürüm. Ölmek değil çekici olan, ölen birine bakmak. Çünkü o anda kendi ölü bedenimize bakacakların gözlerine sahip oluruz. Ölünce bize ne olacağını merak ederiz. Nasıl öleceğimizi, nasıl görüneceğimizi... Aslında içten içe biliriz ki onurlu yaşam vardır ama onurlu ölüm yoktur. Vücudumuz iflas eder, kaslarımız yaşımımız boyunca hiç olmadığı bir hale girer, ağzımızda tuhaf bir açıklık, gözlerimizde bir pus, bir boşluk, belki idrar, dışkı kaçağı.. Bu her zaman ve hangi yaşta olursa olsun çirkindir.
Geçen hafta, anneannemin solunumu durduktan sonraki kırkbeş dakikayı yanında geçirdim. Ona uzun uzun baktım. Ağzındaki o anlamsız açıklığa, bizi “canlı” yapan her ne ise o çekilip gittikten sonra, boş bir kılıf gibi kalan vücuduna.. Ayaklarına ve ellerine dokundum “ölümün soğukluğu” denen şeyi hissetmek için. Sadece biraz üşümüş gibiydi. Saçlarını elledim, aynıydı. Kulağına eğilip “Görüşürüz” dedim. İkimizin ortak anıları için teşekkür edip, kendimi güvende hissettiğim, yalnız kalabileceğim bir yere koştum. Ancak orada ağlayabilirdim.
Döndüğümde, sedyede üstü örtülü asansör bekliyordu. Dayım  hastasını röntgene indiren bir hasta yakını gibi yanında duruyordu. Bir eli çarşafın üzerindeydi. Birkaç metre ötemizde bir adam anneannem için mırıldanarak dua ediyordu. Yanımızdan hastalar, görevliler, doktorlar geçiyordu. Bu hastane, kocaman, yaşlı, ağır ağır soluk alıp veren canlı bir organizmaydı sanki ve anneannem henüz oraya aitti.
Asansörün kapısı açıldığında, içinde hastane çalışanlarından birinin bir hastaya refakat ettiğini gördük. Tüm hastane çalışanlarında olan küstahlık ve kabalıkla “Hasta var, hasta var” deyip bizi azarladı. Asansöre binmemizi istemiyordu. Hemen yanımızda tekerlekli sandalyeki hastasını taşıyan orta yaşlı kadın “ Benim de felçli hastam var ama” dedi. Onun sesinde de  hastanelerde iş yapmanın ancak terbiyesizlik sınırında iletişim kurmakla mümkün olabileceği bilgisinin tınısı, hemen seziliyordu. Kimse bize bakmıyordu. Ben “Bizim ölümüz var” diyerek son noktayı koydum. Utancın birkaç saniyelik sessizliği asılı kaldı havada. Kadın özür diledi, hizmetli ses etmeden asansörü bize bıraktı. Ölüm, bize gündelik hayatın, pek de bilmediğimiz avantajlarından birini sağlamıştı. Asasnsöre binip gasilhaneye indik.
Ben vedamı etmiştim. Bir kez daha içeri girmeyi düşünmedim o yüzden. Kapının önünde duruyorduk. Ben ve elinde küçük naylon bir paket tutan, kıvırcık saçlı, güzel yüzlü gencecik bir kız. Şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir hali vardı. Görevli anneannemi içeri alırken bir an göz göze geldi onunla. “Babamın ayak parmakları” dedi kız, kendi söylediklerine şaşarak. “Onlara da dua edilmesi gerekiyormuş.” Görevli paketi elinden hızla alıverdi kızın. “Ben bekleyeyim mi burada?” “Gerekmez” dedi görevli. “Duası edilsin, başka bir cenazeyle gömüp hallediveririz biz.” Sonra kapıyı kapattı yüzümüze.
Kızla birbirimize baktık. “Başınız sağolsun” dedi kibar bir sükunetle. Ben ne demeliydim? “Sizin de.” dedim. Ne kadar çabalasak da durumun garipliğini silip atamamıştık. Biz de vazgeçtik çabalamaktan. Gözümüzden yaş gelene kadar, kahkahalarla güldük.
 Gasilhanede çalışmak nasıl birşeydir diye hiç düşünmemiştim o güne kadar. Ne yapar bu insanlar? “Ne işle meşgulsünüz?” diye sorulduğunda “Ölüm işiyle” mi derler? Sonra cenaze namazı kıldırmak, ölü gömülene kadar ona refakat etmek, “Ölünün başı şu tarafta olsun, tabutunun başına kadınsa yemeni erkekse havlu konsun.” demek, mezar kazımını gözleyip, gerekli tahta, çıta miktarını belirlemek ve tüm bunları olabildiğince hızlı ve rutin bir iş değil de o günkü cenazeye özgü tavırlarla yaparak acısı olan insanları rahatlatmak... İşte ben bu insanlara “Tanatolog” diyorum.
Thanatos, Yunan mitolojisinde ölüm tanrısıdır. Ölüler ülkesinin en derin yeri Tartaros’da oturur. Gelişi tahmin edilebileceği gibi acı ve keder getirir. Geç dönem Yunan mitolojisinde yakışıklı bir genç adam olarak tasvir edilir. Peki neden yakışıklılık ve gençlikle simgelenmiştir ölüm? Çünkü iyi uğruna, iyi bir ölümle sonlanmışsa yaşamımız, o zaman Thanatos gelip götürür öleni Hades’in Ölüler Diyarı’na. Thanatos Yeraltı Tanrısı Hades gibi ölüm merkezli bir tanrı değil, ölümün tam anlamıyla kendisidir. Eğer gençse, yakışıklıysa ölüm tanrısı, bu belki de ölümün biraz da yaşama dahil ve zaman zaman arzu edilen olduğunu anlatmaz mı bize?
Birkaç haftadır eski bir alışkanlığım geri geldi. Tren istasyonlarında zaman öldürüyorum. Sanki tren bekliyormuş ya da birini karşılayacakmış gibi davranıyorum. Eve varmam gereken saate göre iki ya da üç tren geçiyor ben otururken. Favori istasyonum Koca Mustafa Paşa ve Sirkeci Garı’nın yolcu bekleme salonu. Garda uyuyanları seyrediyorum. Bazen başımı duvara dayayıp beş on dakika kestiriyorum. Bir yere gitmeyeceğim halde gidiyor gibi yapmak, birini beklemediğim halde o geleecekmiş gibi yapmak arındırıyor beni. Bazen ses istemiyorum, sadece izlemek, görmek iyi geliyor. O zaman kulağıma müzik tıkıyorum. Trenler gidiyor, beklenenler gelmiyor. Ama ben bir nebze iyileşmiş oluyorum. Eve dönüyorum.
Kedim gözlerimin içine bakıyor, gözlerini bir an bile kaçırmadan. Son zamanlarda yaşadığım bu tuhaf günlerde, onun gözlerinin arkasında benimle alay eden, benim bilmediklerimi bilen bir insan olduğunu düşünüyorum.
Haiku denen küçücük, basit geleneksel Japon şiir formu, hani şu toplam 17 heceden oluşan (5-7-5), üç dizelik şiirler. Referansını doğadan alan ve haiku şairinin doğada her an binlercesi yaşanan büyülü anlara şahit olup yazdığı. Şiire yakın biri olmamama rağmen duygularımı kontrol edemediğimde okuduğum birkaç kez de yazmayı denediğim bir şifa ve arınma yolu. Türü bilenler Başo ile anarlar ama Kobayaşi İssa’nın inceliği, zerafeti yoktur onda. İssa’nın küçük kızının ölümünü anlatan haikusu şöyledir:
Çiğin ömrü-
Çiğin ömrü bu kadar.
Oysa, ah oysa
Bu küçücük şiir, bir çocuğu, bir acıyı, bir ölümü, bir pişmanlığı, yaşanmamışlıkları ve özlemi ne güzel anlatır.
Ölümü yaşama bağlamak gerek. Yazarken de, yaşarken de...
4 Temmuz günüydü. Eminönü’nde, Mısır Çarşısının önünde, kuşların ortasında vedalaşan bir adamla bir kadın görmüştüm. Kadın adamın omzuna değdi. Birbirlerini öpüp aksi yönlere yürüdüler. O an bir haiku yazmıştım avucuma.
Omzuna değdim.
Şehrin tam ortasında
Tüm kuşlar sustu
Hoşçakal sevgili anneanneciğim...




1 Temmuz 2012 Pazar

SINAVI KÖTÜ GEÇEN GENÇLERE GELECEK VADEDEN MESLEK ÖNERİLERİ: FACEBOOK FOTOĞRAFÇILIĞI

“Her şey tek bir denemeyle başladı –fotoğraflanmış nesnelerle sarılı olmamızın ortaya çıkardığı bazı estetik ve ahlaki sorunlara değinen bir makaleydi bu; -“ der Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine” adlı fotoğrafla ilgilensin ya da ilgilenmesin herkesin mutlaka okuması gereken müthiş kitabının açılış cümlesinde. Beni bugün yazacaklarım üzerine düşünmeye başlatan an ise bir ekonomi kanalında büyük bir holdingin CEO’su ile yapılan röportajda geçen birkaç cümle. İş görüşmesine gidecek gençlere öneriler veriyordu adam ve “sanal ortamda hayatınızı paylaşmayın” diyordu. “Bu sizin ekonomik durumunuzdan, cinsel ilgilerinize, tatil tercihlerinizden, sosyal statünüze kadar birçok bilgiyi ortaya dökmeniz demektir.”
 Kızım bebekken cep telefonum ve elektronik posta kutuma bebek bezi, pudra, mama gibi ürünlerin kampanya bilgileri geliyordu. Belli ki alışveriş alışkanlıklarımız takip ediliyor. Dış dünyadaki güvenlik kameraları ara sokaklara kadar girdi. Dünyada DNA bankacılığı tartışılıyor. Birçok batılı ülke bu bankaları kurdu bile. İngiltere’da trafik suçu işlediğinizde DNA’nız alınıyor. Suçun önlenmesinde çok önemli olabilecek bu uygulamaların diğer yüzü pek tartışılmıyor. Genetik mükemmeliğinizden hastalıklarınıza kadar olan bunca intim bilgi kimin kontrolünde olacak, bu bilgilere kim ulaşacak?
Ekonomik, genetik, fiziki takibin dışında sosyal hayatınızın takibi de bağımlısı olduğunuz facebook yoluyla yapılıyor olmasın sakın? George Orwell’ın herkesi gözetleyen “Büyük Abi” kehaneti 2012’de kendini gerçekleştirmiş görünüyor. (1984’den bu yana çok zaman geçmedi...)
Belki de “sanal” ve “gerçek” olanı ilk kez tanımladığını bilmeyen Platon,” Şimdi bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, ışık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar sadece mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren hayalleri göremezler değil mi? Bu adamların gözünde gerçeklik, asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir...” derken bir yandan fotoğraf makinesinin nasıl çalıştığını anlatıyor, bir yandan da fotoğrafın  bir anlamda yalan söylediğini, zincirinden kurtulmayan, kurtulamayan algının, ruhun, aklın kolayca gerçek olmayana, sanal olana kapılıp gidivereceğini anlatıyor.
Artık kimse yaşadığı gerçekle yetinemeyecek gibi görünüyor. Gerçek o kadar sıkıcı ve yavan ki, duvara, kağıda ya da bir internet sayfasına düşen zahiri, “mış gibi yapmaya” hizmet ediyor.
Arkadaşlarla buluşmak, bir törene, bir konsere şahit olmak artık gerçek anlamını çoktan yitirdi. An, o an değil, facebook sayfalarında yaşanıyor, fotoğraflara bakılıyor, “etiketler” konuyor, yorumlar yazılıyor, orada olmayanlar hasetle karışık bir röntgenci duygusuyla olan bitene tanıklık ediyor. Bunun yaşanabilmesi içinse “gerçek” anda herkes fotoğraf makinelerini silah misali belinden çekiyor, -“shoot” kelimesinin hem vurmak hem de çekmek olarak kullanılması tesadüf olmasa gerek- birbirinin ve kendinin fotoğrafını çekmeye başlıyor.
Bu çılginca başkalarıyla paylaşma isteği, kendilik algısını da zedeliyor olmasın? “Oradayım, buradayım, kahve içiyorum, köfte yiyorum, örgü örüyorum, hatta duruyorum” şeklindeki durum güncellemeleri on beş dakikalığına olmasa da birkaç saniyeliğine kendini önemli hatta kendi çevresinde “ ünlü” hissettiriyor.
İşin bir de ilişkiler boyutu var elbet. “Çıkma teklif etmek, flört etmek, arkadaşlık teklif etmek” gibi benim gençliğimin naif kavramları yerini “ ilişki iletisi göndermek, dürtmek, eklemek” gibi ne idüğü belirsiz durumlara bıraktı. Genç kızlar bir sevgilileri olduğuna, gerçek hayatta yaşanan, el tutmak, yemeğe davet etmek, öpüşmek ya da en basitinden sözle ifade ile değil, facebook’un onlara söyledikleri ile ikna oluyorlar. İlişkisini güncelledi mi? İleti gönderdi mi? Birlikte paylaşılmış bir günün anlamı yok, o günün fotoğraflarının internet sayfalarında paylaşılması gerek.

20 Şubat 2012 Pazartesi

BEYİN ÖLÜMÜ

                                       Çocukluğunda kamyon şoförü olmak isteyip doktor olan bir arkadaşıma;


Her nefes alışımda zaten ölüyordum. Akciğerlerim hasta yıllardır. Havayı içime çekiyordum ama işe yaramıyordu.Sanki denizin dibine çekiliyordum.Nefesimi tutuyor,boğulmayı bekliyordum. Panik, sıkıntı, çaresizlik... Önce çırpınıyordum, sonra sanki suyun altında terliyordum. Tam ölecekken incecik bir borudan belli belirsiz hava giriyordu vücuduma. Ölmüyordum, ölemiyordum o zaman. Sonraki soluk için herşey yeniden başlıyordu ardından.
Bazen kızım, bazen oğlum, bazense her ikisi birden ben boğulurken başımda çırpınıyorlardı. Acı çekiyorlardı.Dehşet içinde yüzüme bakıyorlardı. Ama boşuna... Kim bir başkasına soluk verebilir?
Kızım doktordur. O biliyor neler yaşayacağımı, boğularak öleceğimi. Bazen gözleriyle bana ‘Keşke ölsen baba, bu son soluğun olsa.’ diyor. Ben istemez miyim sanki?

Bir trafik kazası, - üç yaralı- bir bar kavgası, -bir saçlı deri kesisi, bir kol kırığı- bir de mahalle kavgası, - kol ve bacaklarda kesikler, sıyrıklar, bir baygınlık – bir de histeri krizi... Dikiş attım, pansuman yaptım, elektro çektim. En çok da dişleri sigara ve çaydan sapsarı olmuş Uzman’la göz teması kurmaya çalıştım. Ama boşuna, bana doğru düzgün bakmadı bile. Bir iki kez bağırdı, azarladı, o kadar. Sabaha daha var. Biraz önce kalabalık sohbetlerde arada bir olana benzer bir sessizlik yaşandı acilde. Hani iştahla, birbirini dinlemeden konuşanların hepsinin bir anda susması, sonra da hep birlikte bu suskunluğa gülmeleri gibi. On dakikadır gelen giden yok. Uzman “Buralar sana emanet, ben çay içiyorum.”deyip çıktı. Buralar bana emanet. Umarım çabuk gelir, korkuyorum.

Korkuyordum ama yersizmiş korkum. Son nefesimden yani son mücadelemden sonra bir rahatlık çöktü üstüme. Sanki kaslarım gevşedi, hafifledim. Bir daha boğulmama gerek olmadığını söyledi vücudum. Sanki son kez nefes almadım da esnedim. Derin bir uykuya dalmış gibiyim.Rahatım. Kurtuldum.
Acil odasına telaşla girip çıkıyorlar. Hemşireler, bir de genç doktor. Doktor yatanın üzerine eğilmiş. Kalp masajı yapıyor. Kapının önünde bir genç kadın, bir de genç erkek bekliyor. Kadın ağlıyor. Kızım bu. Keşke ağlamasa, iyiyim ben artık. Odanın köşesinde durmuş olup biteni seyrediyorum. Doktorun alnı terden boncuk boncuk olmuş. Sürekli birini çağırıyor. Gelen giden yok. Öldüm işte, gitme vakti geldi.
Ne olurdu on dakika sonra gelseydi. Uzman buradayken. Buralar sana emanet demişti. O zaman elimden geleni yapmalıyım. Onu geri döndürmeliyim. Kapıda yakınları korkuyla bekliyor. Bugüne kadar kimseye ölüm haberi vermedim. Bu akşam da vermeyeceğim. Kalp masajı yaparken bilgilerimi tekrar tekrar gözden geçiriyorum. Atladığım birşey olmamalı. Hemşireler Uzman’ı bulamadı. Güya çay içmeye gitmişti, kesin bir yerlerde uyuyordur adi herif. “Hadi amca, dön geri.” Çocukların burada, Uzman yok, buralar bana emanet.

Gitme vakti demiştim, neden odadan çıkamıyorum? Ölmedim mi ben? Olan biteni izlemeye dalmışım. Genç doktor canını dişine taktı. Belli etmemeye çalışıyor ama çok korkuyor. Korkusunu içimde hissediyorum. Keşke yaşarken de böyle hissedebilseydim. Hayat ne kolay olurdu. Herkesin hissettiğini kendi hissim sayardım. Kimseye kırılmaz, kimseyle tartışmazdım. Ölüyor olmanın lüksü olmalı bu. Tek kelime etmiyor genç doktor. Ama sanki benimle konuşuyormuşçasına, tane tane duyabiliyorum onu. Kendini sakinleştirmeye çalışıyor, derslerde öğrendiklerini geçiriyor aklından. Kimseye ölüm haberi vermemiş, bu ilk olacak. Ölümü dillendirmeye benimle başlaması iyi,  yaşlı ve hasta bir adamım ben. Yıllardır ölmeyi bekliyorum zaten. Çocuklarım ölmemi bekliyor. Hepimiz için en iyisi bu. Genç doktor dışında.

Kalp masajını durdurdum. İki saniye bekledim. İşte oldu, kalbi atmaya başladı. Ciğerlerine kadar inen tüpün ucundaki hava pompasını sıkmaya başladım. Kalbi atıyor ya birazdan soluğu da düzelecek. Başardım işte, bu gece kimseye ölüm haberi vermeyeğimi biliyordum. Tüm kaslarım gevşedi, içimi bir rahatlık kapladı. Kendim bile inanmamıştım ama işe yaradı. Başımı kaldırdığımda Uzman”ı gördüm. Mutlu görünmüyordu. Uyumaya gitmeseydi o da. Ben elimden geleni yaptım. İyi de neden bağırıyor bana? Neden hastanın kızıyla konuşmamışım? Doktormuş. Kalbinin kaç dakika önce durduğunu biliyor muymuşum? Hastalığını biliyor muymuşum? Sağ elinin parmaklarını açmış burnumun dibinde sallayıp duruyor. “Beş dakika” diyor sürekli. “Beş dakika sonra zombi olur. Tebrikler süper kahraman, yaşayan bir ölü yarattın.” Makineye bağlamakla ilgili birşeyler geveledim ağzımda ama boşuna. Hepsinin dolu olduğunu söyledi kapıyı vurup çıkarken.
Tek başına nefes alamayacak. Nefesi ben olacağım.


Ölemedim yine, bu odaya, bu bedene hapsoldum. Çıkıp gidemiyor, devam edemiyorum. Öylece durup onu seyrediyorum. Ne kadar da mutlu olmuştu kalbim atmaya başlayınca. Elindeki pompayla bana nefes veriyor. Ne kadar sürdürebilir ki bunu? Dakikalar, saatler, günler.. Bu odanın zoraki misafirleriyiz. Bu bedenin işi bitemedi henüz.
Şu an hiçbir şey düşünmüyor. Düşünse de, ben de bu böyle ne kadar sürecek bilsem. Üzgün görünüyor. Kızım da üzgün. Kapıda vücuduma çaresiz, kararsız, bilinmezlik dolu bakıyor.

Beyin ölümü... Makineler dolu. Dünyada bir haftadan fazla yaşayan yok, hatırlıyorum. Bir hafta boyunca bu pompayı hiç ara vermeden sıkabilir miyim? Hemşireler nöbet değiştirdi, Uzman kapıda sigara içiyor, başka yaralılar geldi, dikişler atıldı. Ben buradayım, bu sandalyenin üzerinde, pompayı sıkmaya devam ediyorum. Bir elim yorulunca diğer elime alıyorum. Hatta bunu bir oyuna çevirdim. On dört dakika sağ el, on altı dakika sol el. Böylece yarım saati tamamlıyorum. Amca geleli üç saat kırk altı dakika oldu. Bir dakika ne kadar uzunmuş meğer.

Kim bir başkasına soluk verebilir demiştim ya. Yanılmışım. Bu genç doktor soluğum oldu. Devam edememek ne kötü. Bırak oğlum, bırak öldüm ben. Değmez bu yaptığına, bu kadar yorulup kolunu hissetmeyecek kadar çabalamana. Bırak beni. Hem sen hem ben gidelim yolumuza. Sen derin bir nefes al, vedalaş benimle. Sonra git evine, uyu.

Ölecek biliyorum. Nasıl olsa ölecek. Ama bırakamam. Belki makinelerden biri boşalır, belki bir mucize olur. Belki Uzman bana acır, biraz da o sıkar pompayı. Bu sonuncusuna kendim bile inanmadığımdan olsa gerek farkında olmadan gülümsedim. Sonra aklım gülümsediğimi fark edip utandı. Önümde bir adam yatıyor. Soluğu benim elimde, yarı ölü. Bense gülümsüyorum.
İyi miyim? İyiyim. Daha çok dayanabilirim. On dört dakika ne kadar uzun. Sağ kolum sabırsızlıkla dinlenmeyi bekliyor. Keşke bir dergi olsaydı, bir kitap, bir ders notu, bir sigara –sigara içmem aslında -, bir bardak çay, bir arkadaş, bir radyo... Keşke amca gözünü açıp bana bir şey söyleseydi. O zaman daha kolay dayanırdım. Kim inanır ona bakınca yaşayan bir ölü olduğuna? Gözlerinin yanındaki kırışıklık tanıdık geldi bir an. Babam uyurken aynı yerde aynı kırışıklık olur, hatırlıyorum.

Hayatımı televizyon tamir ederek kazandım ben. Hep yalnız çalıştım. Küçücük bir dükkanda, küçücük bir ışık altında, küçücük bir kutunun içine eğip başımı.  Bir de cızırtılı bir ses... Yurttan sesler korosu, polis radyosu. Küçücük bir dünyam vardı benim.
Babam kamyon şoförüydü. Bazen üç ay gelmezdi eve. Annem dertli bir kadındı. Hep hüzünle bakan gözleri, gülmeyeyi bilmeyen dudakları vardı. Beni çok severdi. Okuldan döndüğümde hamur kızartmış olurdu bana. Babamı beklerdik hep. Bir keresinde babam iki günlük bir sefere beni de yanında götürmüştü. Yaz tatiliydi. Ağustosun sıcağında nefes alamadığımız bir yaz tatili. Tüm gece direksiyon salladı babam. Uyumayacağıma söz vermiştim kendi kendime. Ama çocuk bedenim uykuya yenik düşmüştü. Sabaha karşı motor durunca bir anda açıldı gözlerim. Babam kamyonun yanında sigara içiyordu. Bir tepedeydik. Atladım kapıdan aşağı. Ayağımın altındaki otlar çıtırdadı kırağıdan. Babamla birlikte tepeden baktık Sis çökmüştü ormanın üstüne. Yüksek çamların dikenleri sisi delip geçmişti. Durgun bir gölün üzerindeki yabani bataklık bitkileri gibi görünüyorlardı. Güneş bir kaç dakika sonra  doğacaktı ama ilk ışıklarını kendini daha göstermeden yollamıştı bize. Hiç ses yoktu, çıt çıkmıyordu. Hiç konuşmadan bekledik. Bir kaç dakika sonra tüm kuşlar hep bir ağızdan ötmeye başladı. Çığlık çığlığa. Babam kamyona bindirdi beni, kendi de geçti direksiyonun başına. ‘Kahvaltı edeceğiz’ dedi. Seni sadece kamyoncuların bildiği bir yere götüreceğim. ‘Hayatında yiyeceğin en iyi menemeni yiyeceksin.”
Küçük dükkanın önüne yedi sekiz kamyon park etmişti. Babam şoförlerle, çalışanlarla selamlaştı. Beni tanıştırdı. Gurur duydum. Hem kendimle hem babamla. Önüme yeşilli, kırmızılı, sarılı rengarenk bir menemen geldi. Ömrüm boyunca mutluluğun tadı o menemenin tadı oldu bana.
Ardında tuvalet olduğunu sandığım kapıyı açtığımda gördüğümü ise hayatımda bir daha hiç görmedim. Göremezdim de. Çocuk aklımın masallarda dolaşan hayal gücü bile yumurta kabuklarından bembeyaz bir dağ göreceğini bilemezdi. Kırdıkları yumurtaların kabuklarını bu boşluğa atıyorlardı. Belli ki birkaç gün birikiyordu kabuklar. Kocaman bir tepe oluyordu. Bembeyaz bir dağ. Kırılgan,yaşayan,en imkansız masalda bile rastlanması mümkün olmayan. Donakalmıştım beyaz dağın karşısında. Babamın elini omuzumda hissedene kadar gözlerimi ayıramamıştım.
Kamyoncu olmaya o gün karar verdim. Televizyon tamircisi oldum sonra.

Babam sert görünüşlü, yakışıklı bir adamdı gençken. Beni severdi biliyorum ama sevgisini gösteremezdi hiç. Dokunmazdı, dokunamazdı bana. Üzerinde takım elbisesi, bir eli benim sırtımda çektirdiğimiz siyah beyaz fotoğraf cüzdanımda. Ama elim ulaşmıyor cüzdanıma. Pompayı bırakamam. Upuzun parmakları, ince bileği, yanağındaki gamzesi. Çam ağaçlarının önünde çektirmiştik fotoğrafı. Nereden aklıma geldi bilmem, ilk fırsatta, elim ilk boş kaldığında bakacağım fotoğrafa.
Evimizin önünde bulduğumuz yaralı güvercine balkonda bakmama izin vermişti babam. Hiçbir  şey için tutturmazdım ben. Ama o güvercine bakmayı çok istemiştim.
Hiçbir şey yemiyordu güvercin. Açlıktan öleceğini düşünüp korkuyordum. İki parmağımla gagasını sıkıp ağzından içeri bir darı tanesi atıyordum aklıma geldikçe. Sonra güvercin öldü. Gömemedim güvercini. Neden öldüğünü çok merak ediyordum. Traş jiletiyle boğazını kestim ölüsünün. Ölüm nedenini anladım o an. Gagasından içeri attığım darı taneleri midesine hiç gitmemişti. Boğazında sıkışıp şişip kalmış, boğmuştu onu. Nefessizlikten ölmüştü güvercinim. Boğmuştum onu. Merak etme amca, seni nefessiz bırakmayacağım. Seni asla bırakmayacağım.

Bırak be oğlum, değmez dedim sana. Bırak gideyim. Öldüm ben, sen de biliyorsun bunu. Ya da vazgeçtim bırakma, ölümüm senin elinden olmasın. Böyle hatırlama beni. Hatta hiç hatırlama. Ne yapalım, bu gece ikimiz de buradayız.
Çok yoruldum, çok uykum geldi. Uzandım amcanın yanına. Biri genç, biri yaşlı – ve ölü – erkek yanyana, yüzyüze yatıyoruz. Aramızda bir pompa var sadece. Gözlerimin kapanmasına engel olmalıyım.
Uyuyakalmışım. Ne zamandır uyuyorum? Sadece bir dakika olmuş neyse ki. Amca bir dakikadır nefessiz. Gözünün kenarında babamınkine benzeyen kırışıklıklar üzerinden gözyaşları akıyor.

Ağlamıyorum oğlum, ağlayamam ben. Vücudum sıkıntıya girdi sadece, basit bir tepki.

Sabah oldu. Gecenin atıllığı, yalnızlığı bitti. Uzman, Hoca ile birlikte içeri girdi. Tüm hastaların durumu ile birlikte benim hastamı da anlattı ona. Sınıf arkadaşlarım ne yaptığıma baktılar. Hoca, arkasındakilerle çıkarken bir an durdu. Ne zamandır burada, bu halde olduğumu sordu. Tamam artık bırak dedi sonra. Pompayı bir başkasının eline tutuşturdu. Sonra beyin ölümü ile ilgili birşeyler anlattı. Pompanın yeni sahibi nefretle baktı bana.
Tamam artık, yolun sonu. Ölümüm bu çocuğun elinde olacak. Gidebileceğim artık. Hoşçakal.
Ertesi sabah kantinin kapısında karşılaşkım pompanın yeni sahibiyle. “Bıraktın değil mi? Yapmadın. Sadece gülümsedi bana. Acil odasında, bir gece önce yattığı boş yatağın başında vedalaştım onunla.
“Hoşçakal!”