Başvurusunu yapıp işe kabul edilmiş, içinde bir hafiflemeyle kapıdan çıkmıştı. Birkaç dakika
yürüyüp ana yola ulaştığında bir kuşku düştü içine. Geri dönüp binaya, binalara
bakmalıydı. Her şey o kadar temiz, o kadar kusursuz görünüyordu ki, burada mutlaka
bir sorun olmalıydı. Geri döndüğünde o koskoca sarı binaları, bakımlı küçük
yeşillik parçalarını, tek sıra halinde dizili güzel ağaçları göremeyecekti. O
ağaçların yeri orası olamazdı. Orada büyümüş olmaktan çok, o kocaman halleriyle
bir yerlerden sökülüp birkaç saat için oraya iliştirilmiş, tutturulmuşlardı
sanki. İçindeki “geri dön” diyen ses çok güçlüydü ama o sadece gülümsedi. Uzun
süredir işsizdi, iş bulabilmesi neredeyse mucizeydi, hele böyle bir işi.
“Saçmalıyorum” diyerek yoluna devam etti.
Oysa saçmalamıyordu. Elbette bina,
binalar uzun süredir oradaydı. Orada olmaya da devam edecekti ama hissettiği
şey, o sahte, gerçek olamayacak kadar iyi görünenin gerçek olmama hali, hatta
sandığı kadar iyi de olmaması.. Görünenin altındaki başkanın kokusunu almıştı.
Günleri hep aynıydı. Yine de işini
seviyordu. Tek sorun sohbet edecek kimse olmamasıydı. Bu kadar kalabalık bir yerde
yaşam belirtisi olmaması şaşırtıyordu onu. Konuşuyorlardı, kahve içiyorlardı,
çalışıyorlardı, yemek yiyorlardı ama yaşamıyor gibiydiler. Bir iki sohbet
girişimi karşılıksız kalmıştı. İki kişinin balkonda konuştuğunu gördüğünde
hemen yanlarına gidiyordu. Ona gülümsüyor, kibar davranıyorlardı. Ama hemen
ellerindeki telefona bakmaya başlıyor, telefonda gördüklerini birbirlerine
anlatıyorlardı. Bir de kendi kendilerinin fotoğrafını çekiyorlardı ellerindeki
telefonla. Sonra tekrar tekrar, hep birlikte, sıkılmadan kendilerinin nasıl
göründüğüne bakıyorlardı ellerindeki telefondan. Suretleri seviyorlardı.
Bu suret meselesi önemliydi.
Buradaki herşey suretti. İnsanlar suretlerini seviyorlardı. Yaşayıp
yaşamadıklarının sağlamasını suretlerini kontrol ederek yapıyorlardı.
Yaşıyorlar mıydı? Hemen telefonda kendi çektikleri kendi fotoğraflarına
bakıyorlardı. Üzgün ya da yasta mıydılar? O zaman bilgisayar ya da telefonlarının
fotoğraf stokunda bulunan siyah bir kurdeleyi kendi fotoğrafları ile
değiştiriyor ya da fotoğraflarını karartıyorlardı. Diğerlerinin duygu durumunu
anlamak için onların fotoğraflarını da sık sık kontrol ediyorlardı. Evli
miydiler? Birini seviyorlar mıydı? Biriyle bir ilişkileri mi vardı?
Bilmiyorlardı. İçlerine bir kuşku düştüğünde hemen onları tanımlayan suret
sayfasına bakıyorlardı. Haliyle boşanmalar, ayrılıklar, ölümler, doğumlar,
sevinçler ve kahırlar da kendilerine ait suret sayfasında yaşanıyordu. İster
üzülsünler, ister sevinsinler, ister kahrolsunlar, ister boşansınlar, bu durum
ve duygu değişikliklerini anında paylaşıyorlar diğerleri de bu paylaşımları,
içeriği ne olursa olsun “beğeniyorlardı”.
Bir tek, giriş kapılarından birinin
yanında yatan, yaşamaktan yorulmuş ama bir türlü ölemeyen köpek gerçekti.
Bıkkınlıkla bakıyordu giren çıkana. O kadar yorgundu ki, uyuyamıyordu
bile. Ara ara iç çekiyordu. Çok uzun
yaşayan, olması gerektiğinden çok yaşayan tüm canlılar sanki kendi türlerinin özelliklerini
kaybediyor, sadece “yaşlı, çok yaşlı”oluyorlardı. Ölüm döşeğindeki anneannesinin yüzüne bakınca
anlamıştı ilk kez. Kapının önünde yatan köpekle anneannesinin yüzündeki ortak
şeyi görebiliyordu. İkisinin de gözlerinin önündeki bulutu, ağızlarındaki tuhaf
açıklığı, bakışlarının en derinindeki çaresizliği –sanıldığı gibi ölüyor
olmanın çaresizliği değildir bu, aksine ellerinde şimdilik var olan yaşamla ne
yapacağını bilememenin çaresizliğidir- daha sonraları başka “çok yaşlı”ların
yüzünde de görmüştü. Onları tanıyordu, artık yaşamdan çok ölüme ait olduklarını
henüz son nefeslerini vermeden hemen anlıyordu.
Gerçeği sevmeyenlerin icadıydı
suretler. O kapının önünde, yaşamla ne yapacağını bilememenin çaresizliği ile
besbelli acı çekerken, diğer giriş kapısının önüne ahşap bir heykelini
yapmışlardı köpeğin. Köpeğin heykeli ile gurur duyuyorlardı. Birbirlerine
gösteriyor, gülümsüyor, görmeyenlere köpeğin heykelinden bahsediyorlardı
iştahla. Köpeğin bir adı da vardı, -biz ona “Raki” diyelim- ama kimse köpeği
adıyla çağırmazken, “Raki’nin Heykeli’nin Önü” bilinen buluşma
noktalarındandı.
İşe başlayalı birkaç hafta olmuştu
ama hala bir arkadaşı yoktu. Çevresindekilerle konuşmak istiyordu ama birkaç
girişimden başarısızlıkla çıkınca vazgeçti. Yaşadığını kendine hatırlatmak
istiyordu. Suret olmadığını... Bir kitap ve bir taş getirdi ertesi gün yanında.
Masasının üstüne, her an görebileceği bir yere koydu getirdiklerini. Taşı
birkaç yıl önce deniz kenarında geçirdiği bir günün sonunda bulmuştu. Grimsi mavi
renkli, bir avucunu dolduran, biraz şekilsiz, sıradan hatta çirkin bir taştı. Güneş
batmak üzereyken gözüne çarpmıştı. Önce eline almış, sonra bırakamayıp cebine
koymuştu. Uzun süre cebinde gezdirmişti taşı. Ne zaman dışarı çıksa eli cebinde
taşı tutardı. Taş şimdi masasının üzerinde tüm tuhaflığı ve aykırılığı ile
duruyor, adeta ona “bakıyordu”.
Kitapsa babasının çocukluğunda ona
neredeyse zorla okuttuğu, on iki yaşının akılsızlığı ile okurken sıkıntıdan
ağladığı, ünlü bir Fransız yazarın “saf, katıksız” anlamına gelen kitabıydı*.
Gençliğinin sonunda babasını düşündüğü bir gün kitabı tekrar okumuş ve herşey
bir anda yerli yerine oturmuştu. Kitabı taşın yanına koydu.
Ertesi sabah işe geldiğinde masasının
başında dört kişi vardı. Üçü taşı elliyor, biri de kitabı kurcalıyordu.
Yüzlerinde meraktan çok şaşkınlık belki biraz da alaycılık vardı. Odaya
girdiğini görünce birinin özel eşyalarını karıştırırken yakalanmış olmanın
verdiği huzursuzlukla ellerindekileri masaya bıraktılar. Gülümseyip “günaydın”
dedi. Bu günaydına cevap vermeye tahammülleri yoktu, aceleyle “bunlar ne?” diye
sordular. “Bir taş, bir de kitap” işte. Neden masanın üzerinde duruyorlardı? Bu
soruya sevindi. Sohbet edebilirlerdi bu sayede. Ama sevinci soruyu soranların
yüzünden geçen öfke bulutunu görmesini engellemişti. “Taş geçirdiğim güzel bir
günü hatırlatıyor. Kitapsa babamı…” Cevapla ilgilenmemişlerdi. Başlarıyla soğuk
bir selam vererek odadan çıktılar.
Olanlar canını sıkmıştı. Taşa
dokundu, kitabın kapağını kendine çevirdi. Pek de bir anlamı olmayan
dokunuşlarla ikisini de kendince olması gereken yere yerleştirdi.Canının
sıkıntısı bugün geçmeyecekti, biliyordu. Huzursuz ve karasız hareketlerle
koltuğuna oturdu. O anda telefon çaldı. Gözü telefonun ekranına kaydı. Arayan
tanIdık olmadığından olsa gerek ahizeyi uzanan eli şimdi havada kalmıştı.
Arayan “Camlı Oda” idi.
Camlı Oda hakkında birkaç şey duymuştu.
Patronun ofisiydi. Camlı Oda’yı ve patronu daha önce görmemişti. Aslında patronun
yüzünü hiç görmemişti. Onu uzaktan yürürken, spor salonundan üzerinde
eşofmanları ile çıkarken, bir kez de yemek yerken görmüştü. Ama sadece sırtını
ve ensesini… Camlı Oda’nınsa nerede olduğunu öğrenmişti. Patronun öğle
tatillerinde orada oturduğu ve orta bahçeyi izlediği de konuşuluyordu. Önceleri
bahçedeki yurtsuz ağaçları ve çiçekleri izlediğini sanmıştı ama yanılıyordu.
Patron çalışanlarını izliyor ve öğle tatilini uzun tutanların listesini
çıkarıyordu. İş yerindeki ilk öğle yemeğinde bahçedeki boş masalardan birine
oturmuş, neden sonra etrafında kimsenin olmadığını fark etmişti. Elinde yemek
tepsileri yanından geçenler ona bakıp gülümsüyorlardı. Nazikçe cevap veriyordu
o da. Bir gün önce tanıştığı bir adam yanına gelip bu masada oturmak
istediğinden emin olup olmadığını sordu. “Camlı Oda’nın görüş alanının tam
göbeğindeydi.” O gün yerinden kalkmayı kendine yediremedi ama daha sonraki
günler görüş alanının dışında kalmayı yeğleyecekti.
Tüm bunları hızla aklından
geçirirken çalmaya devam eden telefon onu uyandırdı. Telefonu açtı.
Karşı taraftaki kadın sesi mesafeli, kararlı, soğuk
ama kibardı. Nedense patronla konuşacağını düşünmüştü. “Yarın sabah saat sekizde
ana bina sekizinci katta kahvaltıda olmalısınız.” Davetten çok bir emre
benziyordu kurduğu cümle. “Sekizinci katın neresinde?” diye soracak oldu.
“Sekizinci kata geldiğinizde neresi olduğunu anlayacaksınız?” dedi ses.
Teşekkür etmesini beklemeden telefonu yüzüne kapattı.
∞
Orta büyüklükteki salonun üç duvarı masalarla
çevrilmişti. Kapıya bakan orta masa dışında bütün masalar dolmuştu. Tavandan
neredeyse yere kadar uzanan şatafatlı avize olmasa oldukça sıradan bir mekan
sayılabilirdi ama kesme camla donanmış devasa avize mekana uyumsuzluktan çok
içeri girenin saygılı ve sessiz davranmasını sağlayan kibirli bir ev sahibi
edasıyla parıldıyordu. Yaklaşık elli kişi boş masanın sahibinin gelmesini
bekliyor, yanındakiyle küçük, zoraki sohbetler yapıyordu. O ise neden burada
olduğunu düşünüyordu. Aslında bu soruyu telefon konuşmasından beri düşünüyordu.
Gece gözünü kırpmamıştı.
Telefondaki ses haklıydı. Daha ana binaya girer
girmez endişeli ve aceleci adımlarla salona doğru yürüyen insanları görmüştü.
Sekizinci kata geldiğindeyse kahvaltının nerede yapılacağını hemen anlamıştı.
Ürkek adımlarla içeri girip, kapıya en yakın koltuğa ilişti. Havada asılı duran
ve dağılmaya pek de niyeti olmayan gerginlik, huzursuzluk ve hatta korku
bulutunu hemen gördü. (Çocukluğundan getirdiği böyle bir yeteneği vardı, insanların,
ortamların duygusunu neredeyse görecek kadar çabuk ve yoğun hissederdi.) Sofrayı
görmesi ise birkaç dakikasını aldı. Burada herkes yapılması gerekeni yapıyor,
bilinmesi gerekeni biliyor, söylenmesi gerekeni söylüyor, davranması gerekeni
davranıyordu. O zaman neden bu kadar gergindiler? O ise hiçbir şey bilmiyordu.
Bir bardak çay mı içseydi acaba? Ya çay tabağı bardağa yapışır ve tam
kaldırdığında şangırtıyla sofraya düşerse? Belki tabağına konmuş üç zeytinden
birini ağzına atabilir. Zeytini elle almak olmaz, çatala batırmak lazım. Ya
çataldan fırlayıp yanında oturan ve saç modeli otuz yıl önceden kalma adamın
kucağına düşerse? Bıçağıyla biraz tereyağı alabilir ama ya tereyağı donmuşsa ve
tamamı bıçağına yapışır, kabını bir anda bomboş bırakırsa? Hepsinden
vazgeçti. Belki biraz su içebilir ama ya
patron geldiğinde bir öksürük krizine yakalanır da suya ihtiyaç duyarsa? “En
iyisi öylece durmak” diye düşünüyordu ki patron içeri girdi.
Yanlış yere oturduğunu o anda anladı. Ayağa kalkmalı
mıydı, yoksa oturmaya devam mı etmeliydi? Bunu düşünmeye zamanı yoktu. Neyse ki
yanında oturan adam hızla ve hızını patrona göstermek isteyen riyakar bir
ifadeyle ayağa fırladı.
Patron, başıyla oturanlara küçük selamlar vererek,
bazısınınsa sırtına dokunup bir iki kelime ederek, - kişiler nasıl da gururla
ve kısmi bir rahatlama ile koltuklarına oturuyorlardı – yerine geçti. Önündeki
mikrofonu düzeltti, nereden çıktığını kimsenin görmediği garson bardağına çay
servis etti, önce tek tek kahvaltı sakinlerinin yüzüne, ardından çayına baktı.
Mikrofona yaklaşarak “Hepinize afiyet olsun” dedi. Çatal bıçak sesi çıkarmaktan
korktuğu için yermiş gibi yapanların tek istediği, amacı henüz belli olmayan bu
toplantının bir an önce bitmesiydi. Ortamdaki küçük rahatlamayı fırsat bilerek
bir bardak su içti.
“Kendinizi tanıtın” dedi patron. “Nerede ve hangi
görevde çalıştığınızı da söyleyin” “Günaydın, herkese günaydın, iyi günler
dilerim, nazik davetiniz için teşekkür ederim” gibi girişlerden en kısa olanını
kendisi için seçti. Patron uzun cümlelerden hoşlanan birine benzemiyordu.
Merdivenlerden inerken önündeki iki kadının
konuşmalarına kulak misafiri oldu. “İyi ki ne düşündüğümüzü sormadı bu kez”
dedi biri. Oysa toplantıda karşısında oturan kadın dün aldığı bluzu düşünüyordu
“Ucuz ama penyesi güzeldi” Yanında oturan adam saç modelinin patronunkine ne
kadar benzediğini, diğer yanındaki ise bu yıl kıdemi arttığı için serviste bir
ön koltuğa geçeceğini ama kalan yıllarının servisin en ön koltuğuna geçmesine
yetmeyeceğini düşünüyordu. İki yanında oturansa akşam yaptığı telefon
konuşmasından aklında kalan tek cümleyi. “Ölü eti ağır olur”
Günde bir iki kez terasa çıkıp, az ileriden kalkan
uçakları, ona her gün biraz daha yaklaşan bulutları seyrederek sigara içiyordu.
Bir de çukur vardı. Binanın hemen yanında
kazılan, her geçen gün biraz daha derinleşen, bir çocuğun büyümesini
görememek gibi, nasıl derinleştiği anlaşılamayan canlı bir çukur. Bir süredir
sigara içerken çukura bakıyordu. Toplantıdan sonra hemen terasa çıkmaya
niyetlendi. O zaman gördü “Çukura Bakan Adam”ı. Onun hep durduğu yerde durmuş,
elinde sigarası çukura bakıyordu. Bir an sevinse mi üzülse mi bilemedi. Özel
anı çalınmıştı sanki ama belki gerçek bir sohbet, gerçek bir arkadaş fırsatıydı
bu. Yine de yerini korumak istiyordu, hemen yanında durup onunla birlikte
çukura bakmaya başladı. Adamın konuşmaya niyeti yoktu. Bir süre bekleyip
“günaydın” dedi der demez pişman olarak. “Arada bir çukura bakıyorum” dedi
adam. “Nedense beni çok etkiliyor” Çukura baktığını, çukurun onu da çok
etkilediğini söylemek istedi. Adam bir çukura hayranlıkla bakan iki kişinin
yanyana gelebilmesine ihtimal verecek birine benzemiyordu. Adam sigarasından
bir nefes çekti, “babamın ölüsünü yıkarlarken ben de oradaydım, kimse istemedi
yanında olmamı, izlememi. Ama orada olma isteğim çok güçlüydü. Şimdi iyi mi
ettim kötü mü bilmiyorum” dedi. “Yas tutmak iyidir” sözleri döküldü ağzından.
Adam başıyla soğuk bir selam verip gitti. Eğer önceden tanışıyor olsalardı
ayrılırken eliyle omuzuna dokunurdu. İçten gelen bir dokunuştan çok, içten
gelen olumlu duygusu ile ne yapacağını bilemeyen birinin öğrenilmiş bir
jestiydi bu omuza dokunuş. Elindeki tedirginliği, diğerinin omuzuna doukunşun
ne kadar sürmesi gerektiği ile ilgili karasızlığı bir tek o anlayabilirdi. O
günden sonra her sigara içişinde gözü “Çukura Bakan Adam”ı arayacak, ama
bulamayacak. Şimdilerdeyse Çukura Bakan Adam’ın var olup olmadığını bile
bilmiyor. Onunla ilgili bilmediği başka birşeyse, başka bir yerde, başka bir
zamanda tanışmış olsalar çok az konuşarak çok iyi arkadaş olabilecekleri. İnsan
çok az konuşarak da hayatını bir diğerine anlatabilir. Sözcüklerin gücünü
hafife almamalı.
Bu işyeri, çalışanlar, binalar, odalar hatta
duvarlar nasıl oluyor da bu kadar çok kağıt üretiyor, bir türlü anlam
veremiyordu. Herkes ama özellikle de patron kağıtları çok seviyor olmalıydı.
Kimse kimseye güvenmediğinden olsa gerek herkes konuştuklarını, isteklerini,
yaptıklarını yazıyor, sonra da dosyalara yerleştiriyordu. Tertemiz, bomboş,
güzel kağıtları; yazıcılar, bilgisayarlar, odalar, duvarlar adeta kusuyor, kusulanların
çoğu birkaç güne çöpe gidiyordu. Duvarların içindeki küçük evrak asansörleri odalara
her dakika kağıt taşıyordu. Duvarlardan odaya açılan kapaklar neredeyse saat
başı, kağıtları odanın içine atıyordu. Gelen kağıtların hiçbiri ona değildi,
genel gönderilerdi. Yine de her gelen evrağın üzerine bakmaktan kendini
alamıyor, ona özel bir işaret arıyordu.
Bir sabah istediği oldu. Bir peygamberin ismini
taşıyan sinirli cüce postacı kapıyı vurarak açtı ve koridorda adını
haykırdı. Onu sıkça görüyordu koridorda,
günde bir, belki iki kez. “Doğulu Hermes” diye düşünmüştü ilk gördüğünde.
Hızla, adeta uçarak postaları yerine ulaştırıyor, evrakların sahibine öfke ile
bakıyordu.
“Benim” dedi endişeli. Hermes şüpheli baktı ona.
Elindeki zarfı geri çekti. “Sen olduğunu sanmıyorum” dedi. “Adın kadın adı”
“Ama o benim” diye tekrarladı şaşkınlıkla. Hermes sinir bozucu bir tıslama ile
güldü. Boğazının derinliklerinden bir hırıltı geliyordu sanki. “Sanmıyorum, ama
kontrol edeceğim” Koridorda dikilirken Hermes’in diğer odalara hızla girip
çıkışını, diğer çalışanlara onu göstererek kimlik kontrolü yapışını izliyordu.
Bunu yaparken tereddüt ya da saklama çabası olmaması şaşırtmadı onu. Hermes
açıkça canını sıkmak istiyordu. Çalışanlar ismin onun ismi olduğunu
doğrulayınca çaresiz zarfı teslim etti Hermes. Yüzünde rahatlama ya da iknaya
ait iz yoktu. Aksine “Gözüm üstünde” der gibi baktı, hızla gözden kayboldu.
Eline tutuşturulmuş zarfa baktı bir süre. Üzerinde
ismi, hangi blokta çalışığı, görevi yazıyordu. Umursamaz gibi görünmeye
çalışarak zarfı açtı. Kahvaltıya katıldığı için teşekkür eden bir iki kuru söz
vardı kağıdın üzerinde. Kağıdı zarfa geri koydu, zarfı da Candide’in arasına.
Günleri, duvardaki kapaklardan odaya boşalan
kağıtları okuyarak, onları imzalayıp geri göndererek veya delip dosyalayarak
geçiyordu. Sohbet edecek gerçek bir insan bulma çabasından çoktan vazgeçmişti. Ama
vazgeçmek yetmiyordu, öğle yemeklerinde, bahçede kahve, terasta sigara içtiği
anlarda içindeki bir şey kendini inandırma çabasına adeta kafa tutuyor,
gerçek bir insan, içten bir sohbet
bulabilme umuduyla yanıp tutuşuyordu.
Hergün
“Çukura Bakan Adam”ın durduğu yerde bir iki kez sigaraya çıkıyor, hatta
bazı defalar onu düşünüyordu. O öğle sonrası, sigarasını bitirmiş odasına
dönerken aynı koridoru paylaştığı bir iki kişi sıradan bir sesle sordular o
soruyu: “Kaç saat gözetmenliği vardı?” “Gözetmenlik mi?” dedi. “ Neyi
gözetleyeceğim?” Sıradan sesin yerini meraklı, şüphe dolu ve şaşkın bakışlar
almıştı. “Gözetmenliğin ne olduğunu bilmiyor muydu?” Hayır, bilmiyordu. Müşterileri
gözetleyecekti elbette. Müşteriler bir hafta boyunca, kendilerine ayrılmış
odalarda, aldıkları hizmeti anlayıp anlamadıkları, uygulayıp uygulayamadıkları
ile ilgili test edileceklerdi. Çalışanların onları gözlemeleri ve testler
sırasında dürüst davrandıklarından emin olmaları gerekiyordu.
Geçirdiği bir hafta korkunçtu. Binadan binaya
koşuyor, bir odadan çıkıp diğerine giriyordu. Bahçe, bloklar, merdivenler,
odalar, koridorlar gözetmenlerle doluydu. Hepsi koşuyorlardı. Hepsi
söyleniyorlardı. Ellerinde hangi saatte nerede gözetmenlik yapacaklarını belirten
listeyi parçalayanlar görmüştü bu bir haftada. Koşarken düşüp pantolonu
parçalanan bir diğeri neresinin ne kadar göründüğünü anlamaya çalışıyordu bir
köşede. Test edilen müşterilerin peşinden koşup onları yakalamaya çalışanlar
vardı. Müşteriler onu -ve tabii diğerlerini-
sürekli kandırmaya çalışmasalar oradan oraya koşmak yorucu değildi. Bu
işte bir tuhaflık vardı. Buradaki tuhaf pek çok şey gibi…
Gözettiği haftanın ardından kağıt kusan duvarlarla
çevrili odasına dönmüştü nihayet. Balkon oradaydı, çukur da. (Büyümesi
durmuştu. En son gördüğü haliyle aynıydı.) Çukura bakan adam yoktu. Birlikte
sigara içtikten sonra izmaritlerini attıkları kutu da oradaydı. Kafasını
neredeyse kutunun içine soktu, onun içtiği sigaranın izmaritinden yoktu, demek
gelmemişti, gerçi geldiğine dair bir işaret onu şaşırtırdı.
Oda ise, gözetmenlik yaptığı için gelemediği haftada
kağıtla dolmuştu. Kağıtlar kontrolsüzce savrulmuş iskambil kağıtları gibi yerlerdeydi.
Onları toparlayıp tarih sırasına koyması, gerekli olanları dosyalara
yerleştirmesi, diğerlerini okuması, imzalaması ve geri göndermesi birkaç gününü
almıştı. Şimdiden tüm raflar dosyalarla dolmuştu bile. Böyle giderse obur bir
çocuk gibi şişmanlayan odasında, birkaç ay içinde oturacak yer kalmayacaktı. Bu
kadar kağıt ne olacaktı?
“Bu kadar kağıt ne olacak?” diye sordu oda
arkadaşına. “Yeni bir dolap mı isteseydi?” Oda arkadaşı güldü, yeni dolap
isteyemezdi, odanın planı bozulurdu. Hem neye yaradı ki yeni dolap, o da bir
iki hafta içinde dolacaktı nasılsa. Marifet kağıtları en az yer kaplayacak
şekilde tasnif edebilmekti. Tarihlerine dikkat etmiş miydi kağıtların? Tebliğ
tarihinin üzerinden beş ay oniki gün geçen kağıtları arşive gönderebilirdi.
Arşive gitmek için gerekli zamanın garipliği
dikkatini elbette çekti. Ama artık öğrenmişti, “Neden beş ay oniki gün?” diye
sormadı. Kağıtları uygun tarihe göre düzenlemesi bir haftasını aldı. Hergün
yeni kağıtlar geliyordu, arşive gidecek kağıtlar için gereken tarih hergün bir
gün daha artıyordu. İşini bir günde bitiremediği için bir hafta debelenip
durdu. Yedinci günün sonunda arşive gidecek evraklar hazırdı. Tek sorun
mesainin bitmesine on dakika kalmış olmasıydı. Bu saatte arşiv açık mıydı? Daha
da önemlisi arşiv neredeydi?
Aynı koridoru paylaştığı arkadaşları arşivin zaten
geceleri açık olduğu söylediler ona. Arşiv görevlisi gündüz başka bir işte
çalışıp akşamları arşive geliyordu. Gece yarısına kadar kağıtları ona teslim
edebilirdi. Bunun için binanın zeminine yani kısa bir süre önce canlı olan bir
başka çukurun dibine inmesi yeterliydi. Şimdi saat tam beşti ve arşiv görevlisi
yerini almış olmalıydı.
Zemin kattaki –ki inmesi hiç de kolay olmamıştı,
kağıt kolilerini taşıyan görevli, daha zemin kata varmadan onu bırakıp adeta
kaçmıştı, o adamdan, arşiv görevlisinden bahsediyor olmalıydı, korkuyordu- dar
kapıyı açtığında gördü onu. Masasında oturmuş kitap okuyordu. Önündeki cılız ve
kirli ışık yüzünün görünmesini sağlamıyor aksine yüzünde oynaşan tuhaf
gölgelerle tanınmaz kılıyordu. Kapının açıldığını duymuş olmalıydı, oysa
kafasını kaldırmadı bile. Yanına yürümek gerekiyordu. Daha ilk adımında ayağı
bileğine kadar suya girince duraksadı, şaşkınlıkla yere, ayaklarına baktı.
“Burayı hep su basar, aldırma.” dedi arşiv
görevlisi. Kafasını nihayet kaldırmış, ona bakıyordu. İki eliyle iki paçasını
yukarı kaldırarak yürümeye devam etti, bu gayreti boşunaydı. Neredeyse
dizlerine kadar ıslanmıştı. Masaya iyice yaklaşıp arşiv görevlisinin yüzüne
baktı. Yaşını belli etmiyordu adam, hatta yaşı yoktu. Uzun süredir yaşayan,
deneyimli birinin gözleri vardı onda, çok şeye bakmış, üzülmüş, sıkılmış,
sevinmiş, vazgeçmiş ve umursamamıştı. Suyun içindeki ayakları çıplaktı.
“Uzun süre mücadele ettim suyla, o girdi, ben
çıkardım. Bazı günler yağmur olmasa bile su basıyordu, suyun nereden geldiğini
anlayamıyordum. Sonra vazgeçtim, vardır bir sebebi diye düşündüm, şimdi
ayaklarıma iyi bile geliyor.” Susup kafasını kitabına eğdi sonra.
Masaya doğru uzandı, arşivcinin ne okuduğunu görmek
istiyordu. Ama göremedi. “Kağıtları getirdim” demekle yetindi. “Koy işte oraya”
dedi adam az ilerideki raflardan birini gösterek. Bir rafın yanına gitti,
elindeki kağıt kolisi giderek ağırlaşıyordu. “Buraya mı?” dedi. Arşivci
kafasına kaldırmadı, hatta cevap da vermeyecekti. Ama “Ne fark eder” dedi.
“Kağıtlar sandığın kadar önemli değil, hiç okudun mu onları? ….Mutlaka
okumuşsundur. Sana özel bir iz, bir işaret aramışsındır üstlerinde.” Tüm
bunları söyledikten sonra baktı gözlerine. “Boşuna arama” dedi ve kitabına geri
döndü.
Boşuna gelmiş olamazdı buraya, buranın sırrı, onunla
bir türlü konuşmayan diğerleri, bitmek tükenmek bilmeden odasına yağan
kağıtların gizemi, hepsi burada çözülecekti, biliyordu. Sırrın çözümüyse
karşısında ilgisiz oturuyordu. Kağıtları bırakması gereken yeri göstermiş,
kitabına geri dönmüştü. Bir izin, işaretin peşinden nicedir koşuyordu, belki de
okuduğu kitaptaydı çözüm, onun da kapağını bir türlü göremiyordu.
Arşiv görevlisi neden hala orada olduğunu sorgulayan
bir ifade ile baktı. O da sohbet etmek isteyen, arkadaş arayan, bulunduğu yerde
aykırı kalan, bulunduğu yerde aykırı kaldığını zanneden, kendini özel bir insan
olarak tanımlayan –kendinin özel olduğunu hissetmek çağımızın bir hastalığı değil
miydi?- etrafında olan biteni anlamlandırmakta zorlanan, anlam olmazsa rahat
edemeyen, sihir, gizem, yaşamın gizinin bağını çözecek tek bir sözcüğün peşinde
koşan tüm normal insanların bakışı ile baktı ona, nasıl baktığının farkına
varmadan. Ayakları suyun içindeydi. Karşısında oturan adamın ayakları suyun
içindeydi. Kağıttan duvarları olan bir odanın içinde, kirli bir ışık eşliğinde
oturuyorlardı işte. Birazdan bir şey olacaktı, hissedebiliyordu.
“Başka kağıt var mı vereceğin?” dedi yaşlı ama
yaşını beli etmeyen adam. “Yok” dedi güvensiz. “O zaman git buradan.”
Tek söyleyeceği bu muydu? “Evet, tek söyleyeceğim
bu” dedi arşivci. Düşüncesini okumuştu. “Yapman gereken tek şey var, git
buradan”
Kararsız bir iki saniyenin ardından zoraki arkasını
döndü, ayaklarını suyun içinde sürükleyerek kapıya yöneldi. Cılız ışığın etkisi
yiterken, çıkış kapısının altından süzülen ışık güçleniyordu. Bir türlü ikna
olamıyordu bu adamın bir şey bilmediğine. “Bilsem ne olur ki” diye seslendi
ardından adam. “Bildiğimi söylüyorum ama sen beğenmiyorsun. Söylüyorum işte,
git buradan!”
Ertesi gün işe geldiğinde kocaman bir hiçlikle
karşılaştı. Koskoca sarı binalar, bakımlı küçük yeşillik parçaları, tek sıra
halinde dizili güzel ağaçlar. Hepsi yok olmuştu. Boş, bakımsız, atıl bir
arsanın ortasında yorgun bir köpek yürüyordu sadece. “Raki” diye seslendi
köpeğe doğru. Köpek bir an durdu, kafasını ona çevirdi, ardından ayaklarını
sürüyerek yoluna devam etti.
Arsayı hemen yanıbaşındaki oto sanayi sitesinden
ayıran dar yolun başındaki esnaf lokantasına girdi. Saat öğlene yaklaşmıştı, ne
çay içebileceği ne de öğle yemeği yiyebileceği kararsız bir saatti kısacası.
Yine de bir garsonla konuşup binalara, iş yerine ne olduğunu öğrenmek için
zaman lazımdı, kuru fasulye, pilav ve cacık ihtiyacı olan zamanı ona
verebilirdi.
Garson yemeğini getirdiğinde sarı binaların nereye
gittiğini sordu. Garson anlamamış baktı yüzüne. Burada tarif ettiği gibi ya da
başka binalar hiçbir zaman olmamıştı. Ne zamandır bu arsayı satın alan birinden
bahsediliyordu, güya buraya üniversite yapacaktı. Birkaç yıldır bu dedikoduyu
duyuyorlardı ana gelen giden olmamıştı hiç. Başka bir şey söylemeden işine
döndü sonra.
Hesabı ödeyip dışarı çıktı. Çalıştığı boşluğa son
bir kez bakıp yürümeye başladı. Birkaç adım sonra garsonun adını seslendiğini
duydu. Garson elinde kötü bir poşetle ona yaklaştı. Adamın biri bu poşeti onun
için bırakmıştı, öyle ne yaşlı, ne genç, tuhaf biriydi. Onun olduğunu nereden
mi bilmişti. Adam onu tarif etmiş, hatta adını söylemişti, kusuruna bakmasındı,
neredeyse unutacaktı.
Poşetin içinde babasının ona verdiği kitap ve taşı
vardı.
Haziran - Kasım 2014 Sefaköy, Bakırköy
* Candide veya İyimserlik Üzerine, Voltaire
* Candide veya İyimserlik Üzerine, Voltaire