29 Kasım 2014 Cumartesi

DE UNİVERSİTATİS FABULA

              Başvurusunu yapıp işe kabul edilmiş, içinde bir hafiflemeyle kapıdan çıkmıştı. Birkaç dakika yürüyüp ana yola ulaştığında bir kuşku düştü içine. Geri dönüp binaya, binalara bakmalıydı. Her şey o kadar temiz, o kadar kusursuz görünüyordu ki, burada mutlaka bir sorun olmalıydı. Geri döndüğünde o koskoca sarı binaları, bakımlı küçük yeşillik parçalarını, tek sıra halinde dizili güzel ağaçları göremeyecekti. O ağaçların yeri orası olamazdı. Orada büyümüş olmaktan çok, o kocaman halleriyle bir yerlerden sökülüp birkaç saat için oraya iliştirilmiş, tutturulmuşlardı sanki. İçindeki “geri dön” diyen ses çok güçlüydü ama o sadece gülümsedi. Uzun süredir işsizdi, iş bulabilmesi neredeyse mucizeydi, hele böyle bir işi. “Saçmalıyorum” diyerek yoluna devam etti.
            Oysa saçmalamıyordu. Elbette bina, binalar uzun süredir oradaydı. Orada olmaya da devam edecekti ama hissettiği şey, o sahte, gerçek olamayacak kadar iyi görünenin gerçek olmama hali, hatta sandığı kadar iyi de olmaması.. Görünenin altındaki başkanın kokusunu almıştı.
            Günleri hep aynıydı. Yine de işini seviyordu. Tek sorun sohbet edecek kimse olmamasıydı. Bu kadar kalabalık bir yerde yaşam belirtisi olmaması şaşırtıyordu onu. Konuşuyorlardı, kahve içiyorlardı, çalışıyorlardı, yemek yiyorlardı ama yaşamıyor gibiydiler. Bir iki sohbet girişimi karşılıksız kalmıştı. İki kişinin balkonda konuştuğunu gördüğünde hemen yanlarına gidiyordu. Ona gülümsüyor, kibar davranıyorlardı. Ama hemen ellerindeki telefona bakmaya başlıyor, telefonda gördüklerini birbirlerine anlatıyorlardı. Bir de kendi kendilerinin fotoğrafını çekiyorlardı ellerindeki telefonla. Sonra tekrar tekrar, hep birlikte, sıkılmadan kendilerinin nasıl göründüğüne bakıyorlardı ellerindeki telefondan. Suretleri seviyorlardı.
            Bu suret meselesi önemliydi. Buradaki herşey suretti. İnsanlar suretlerini seviyorlardı. Yaşayıp yaşamadıklarının sağlamasını suretlerini kontrol ederek yapıyorlardı. Yaşıyorlar mıydı? Hemen telefonda kendi çektikleri kendi fotoğraflarına bakıyorlardı. Üzgün ya da yasta mıydılar? O zaman bilgisayar ya da telefonlarının fotoğraf stokunda bulunan siyah bir kurdeleyi kendi fotoğrafları ile değiştiriyor ya da fotoğraflarını karartıyorlardı. Diğerlerinin duygu durumunu anlamak için onların fotoğraflarını da sık sık kontrol ediyorlardı. Evli miydiler? Birini seviyorlar mıydı? Biriyle bir ilişkileri mi vardı? Bilmiyorlardı. İçlerine bir kuşku düştüğünde hemen onları tanımlayan suret sayfasına bakıyorlardı. Haliyle boşanmalar, ayrılıklar, ölümler, doğumlar, sevinçler ve kahırlar da kendilerine ait suret sayfasında yaşanıyordu. İster üzülsünler, ister sevinsinler, ister kahrolsunlar, ister boşansınlar, bu durum ve duygu değişikliklerini anında paylaşıyorlar diğerleri de bu paylaşımları, içeriği ne olursa olsun “beğeniyorlardı”.
            Bir tek, giriş kapılarından birinin yanında yatan, yaşamaktan yorulmuş ama bir türlü ölemeyen köpek gerçekti. Bıkkınlıkla bakıyordu giren çıkana. O kadar yorgundu ki, uyuyamıyordu bile.  Ara ara iç çekiyordu. Çok uzun yaşayan, olması gerektiğinden çok yaşayan tüm canlılar sanki kendi türlerinin özelliklerini kaybediyor, sadece “yaşlı, çok yaşlı”oluyorlardı.  Ölüm döşeğindeki anneannesinin yüzüne bakınca anlamıştı ilk kez. Kapının önünde yatan köpekle anneannesinin yüzündeki ortak şeyi görebiliyordu. İkisinin de gözlerinin önündeki bulutu, ağızlarındaki tuhaf açıklığı, bakışlarının en derinindeki çaresizliği –sanıldığı gibi ölüyor olmanın çaresizliği değildir bu, aksine ellerinde şimdilik var olan yaşamla ne yapacağını bilememenin çaresizliğidir- daha sonraları başka “çok yaşlı”ların yüzünde de görmüştü. Onları tanıyordu, artık yaşamdan çok ölüme ait olduklarını henüz son nefeslerini vermeden hemen anlıyordu.
            Gerçeği sevmeyenlerin icadıydı suretler. O kapının önünde, yaşamla ne yapacağını bilememenin çaresizliği ile besbelli acı çekerken, diğer giriş kapısının önüne ahşap bir heykelini yapmışlardı köpeğin. Köpeğin heykeli ile gurur duyuyorlardı. Birbirlerine gösteriyor, gülümsüyor, görmeyenlere köpeğin heykelinden bahsediyorlardı iştahla. Köpeğin bir adı da vardı, -biz ona “Raki” diyelim- ama kimse köpeği adıyla çağırmazken, “Raki’nin Heykeli’nin Önü” bilinen buluşma noktalarındandı. 
            İşe başlayalı birkaç hafta olmuştu ama hala bir arkadaşı yoktu. Çevresindekilerle konuşmak istiyordu ama birkaç girişimden başarısızlıkla çıkınca vazgeçti. Yaşadığını kendine hatırlatmak istiyordu. Suret olmadığını... Bir kitap ve bir taş getirdi ertesi gün yanında. Masasının üstüne, her an görebileceği bir yere koydu getirdiklerini. Taşı birkaç yıl önce deniz kenarında geçirdiği bir günün sonunda bulmuştu. Grimsi mavi renkli, bir avucunu dolduran, biraz şekilsiz, sıradan hatta çirkin bir taştı. Güneş batmak üzereyken gözüne çarpmıştı. Önce eline almış, sonra bırakamayıp cebine koymuştu. Uzun süre cebinde gezdirmişti taşı. Ne zaman dışarı çıksa eli cebinde taşı tutardı. Taş şimdi masasının üzerinde tüm tuhaflığı ve aykırılığı ile duruyor, adeta ona “bakıyordu”.
            Kitapsa babasının çocukluğunda ona neredeyse zorla okuttuğu, on iki yaşının akılsızlığı ile okurken sıkıntıdan ağladığı, ünlü bir Fransız yazarın “saf, katıksız” anlamına gelen kitabıydı*. Gençliğinin sonunda babasını düşündüğü bir gün kitabı tekrar okumuş ve herşey bir anda yerli yerine oturmuştu. Kitabı taşın yanına koydu.
            Ertesi sabah işe geldiğinde masasının başında dört kişi vardı. Üçü taşı elliyor, biri de kitabı kurcalıyordu. Yüzlerinde meraktan çok şaşkınlık belki biraz da alaycılık vardı. Odaya girdiğini görünce birinin özel eşyalarını karıştırırken yakalanmış olmanın verdiği huzursuzlukla ellerindekileri masaya bıraktılar. Gülümseyip “günaydın” dedi. Bu günaydına cevap vermeye tahammülleri yoktu, aceleyle “bunlar ne?” diye sordular. “Bir taş, bir de kitap” işte. Neden masanın üzerinde duruyorlardı? Bu soruya sevindi. Sohbet edebilirlerdi bu sayede. Ama sevinci soruyu soranların yüzünden geçen öfke bulutunu görmesini engellemişti. “Taş geçirdiğim güzel bir günü hatırlatıyor. Kitapsa babamı…” Cevapla ilgilenmemişlerdi. Başlarıyla soğuk bir selam vererek odadan çıktılar.
            Olanlar canını sıkmıştı. Taşa dokundu, kitabın kapağını kendine çevirdi. Pek de bir anlamı olmayan dokunuşlarla ikisini de kendince olması gereken yere yerleştirdi.Canının sıkıntısı bugün geçmeyecekti, biliyordu. Huzursuz ve karasız hareketlerle koltuğuna oturdu. O anda telefon çaldı. Gözü telefonun ekranına kaydı. Arayan tanIdık olmadığından olsa gerek ahizeyi uzanan eli şimdi havada kalmıştı.
              Arayan “Camlı Oda” idi.
            Camlı Oda hakkında birkaç şey duymuştu. Patronun ofisiydi. Camlı Oda’yı ve patronu daha önce görmemişti. Aslında patronun yüzünü hiç görmemişti. Onu uzaktan yürürken, spor salonundan üzerinde eşofmanları ile çıkarken, bir kez de yemek yerken görmüştü. Ama sadece sırtını ve ensesini… Camlı Oda’nınsa nerede olduğunu öğrenmişti. Patronun öğle tatillerinde orada oturduğu ve orta bahçeyi izlediği de konuşuluyordu. Önceleri bahçedeki yurtsuz ağaçları ve çiçekleri izlediğini sanmıştı ama yanılıyordu. Patron çalışanlarını izliyor ve öğle tatilini uzun tutanların listesini çıkarıyordu. İş yerindeki ilk öğle yemeğinde bahçedeki boş masalardan birine oturmuş, neden sonra etrafında kimsenin olmadığını fark etmişti. Elinde yemek tepsileri yanından geçenler ona bakıp gülümsüyorlardı. Nazikçe cevap veriyordu o da. Bir gün önce tanıştığı bir adam yanına gelip bu masada oturmak istediğinden emin olup olmadığını sordu. “Camlı Oda’nın görüş alanının tam göbeğindeydi.” O gün yerinden kalkmayı kendine yediremedi ama daha sonraki günler görüş alanının dışında kalmayı yeğleyecekti.
            Tüm bunları hızla aklından geçirirken çalmaya devam eden telefon onu uyandırdı. Telefonu açtı.
                Karşı taraftaki kadın sesi mesafeli, kararlı, soğuk ama kibardı. Nedense patronla konuşacağını düşünmüştü. “Yarın sabah saat sekizde ana bina sekizinci katta kahvaltıda olmalısınız.” Davetten çok bir emre benziyordu kurduğu cümle. “Sekizinci katın neresinde?” diye soracak oldu. “Sekizinci kata geldiğinizde neresi olduğunu anlayacaksınız?” dedi ses. Teşekkür etmesini beklemeden telefonu yüzüne kapattı.
Orta büyüklükteki salonun üç duvarı masalarla çevrilmişti. Kapıya bakan orta masa dışında bütün masalar dolmuştu. Tavandan neredeyse yere kadar uzanan şatafatlı avize olmasa oldukça sıradan bir mekan sayılabilirdi ama kesme camla donanmış devasa avize mekana uyumsuzluktan çok içeri girenin saygılı ve sessiz davranmasını sağlayan kibirli bir ev sahibi edasıyla parıldıyordu. Yaklaşık elli kişi boş masanın sahibinin gelmesini bekliyor, yanındakiyle küçük, zoraki sohbetler yapıyordu. O ise neden burada olduğunu düşünüyordu. Aslında bu soruyu telefon konuşmasından beri düşünüyordu. Gece gözünü kırpmamıştı.
Telefondaki ses haklıydı. Daha ana binaya girer girmez endişeli ve aceleci adımlarla salona doğru yürüyen insanları görmüştü. Sekizinci kata geldiğindeyse kahvaltının nerede yapılacağını hemen anlamıştı. Ürkek adımlarla içeri girip, kapıya en yakın koltuğa ilişti. Havada asılı duran ve dağılmaya pek de niyeti olmayan gerginlik, huzursuzluk ve hatta korku bulutunu hemen gördü. (Çocukluğundan getirdiği böyle bir yeteneği vardı, insanların, ortamların duygusunu neredeyse görecek kadar çabuk ve yoğun hissederdi.) Sofrayı görmesi ise birkaç dakikasını aldı. Burada herkes yapılması gerekeni yapıyor, bilinmesi gerekeni biliyor, söylenmesi gerekeni söylüyor, davranması gerekeni davranıyordu. O zaman neden bu kadar gergindiler? O ise hiçbir şey bilmiyordu. Bir bardak çay mı içseydi acaba? Ya çay tabağı bardağa yapışır ve tam kaldırdığında şangırtıyla sofraya düşerse? Belki tabağına konmuş üç zeytinden birini ağzına atabilir. Zeytini elle almak olmaz, çatala batırmak lazım. Ya çataldan fırlayıp yanında oturan ve saç modeli otuz yıl önceden kalma adamın kucağına düşerse? Bıçağıyla biraz tereyağı alabilir ama ya tereyağı donmuşsa ve tamamı bıçağına yapışır, kabını bir anda bomboş bırakırsa? Hepsinden vazgeçti.  Belki biraz su içebilir ama ya patron geldiğinde bir öksürük krizine yakalanır da suya ihtiyaç duyarsa? “En iyisi öylece durmak” diye düşünüyordu ki patron içeri girdi.
Yanlış yere oturduğunu o anda anladı. Ayağa kalkmalı mıydı, yoksa oturmaya devam mı etmeliydi? Bunu düşünmeye zamanı yoktu. Neyse ki yanında oturan adam hızla ve hızını patrona göstermek isteyen riyakar bir ifadeyle ayağa fırladı.
Patron, başıyla oturanlara küçük selamlar vererek, bazısınınsa sırtına dokunup bir iki kelime ederek, - kişiler nasıl da gururla ve kısmi bir rahatlama ile koltuklarına oturuyorlardı – yerine geçti. Önündeki mikrofonu düzeltti, nereden çıktığını kimsenin görmediği garson bardağına çay servis etti, önce tek tek kahvaltı sakinlerinin yüzüne, ardından çayına baktı. Mikrofona yaklaşarak “Hepinize afiyet olsun” dedi. Çatal bıçak sesi çıkarmaktan korktuğu için yermiş gibi yapanların tek istediği, amacı henüz belli olmayan bu toplantının bir an önce bitmesiydi. Ortamdaki küçük rahatlamayı fırsat bilerek bir bardak su içti.
“Kendinizi tanıtın” dedi patron. “Nerede ve hangi görevde çalıştığınızı da söyleyin” “Günaydın, herkese günaydın, iyi günler dilerim, nazik davetiniz için teşekkür ederim” gibi girişlerden en kısa olanını kendisi için seçti. Patron uzun cümlelerden hoşlanan birine benzemiyordu.
Merdivenlerden inerken önündeki iki kadının konuşmalarına kulak misafiri oldu. “İyi ki ne düşündüğümüzü sormadı bu kez” dedi biri. Oysa toplantıda karşısında oturan kadın dün aldığı bluzu düşünüyordu “Ucuz ama penyesi güzeldi” Yanında oturan adam saç modelinin patronunkine ne kadar benzediğini, diğer yanındaki ise bu yıl kıdemi arttığı için serviste bir ön koltuğa geçeceğini ama kalan yıllarının servisin en ön koltuğuna geçmesine yetmeyeceğini düşünüyordu. İki yanında oturansa akşam yaptığı telefon konuşmasından aklında kalan tek cümleyi. “Ölü eti ağır olur”
Günde bir iki kez terasa çıkıp, az ileriden kalkan uçakları, ona her gün biraz daha yaklaşan bulutları seyrederek sigara içiyordu. Bir de çukur vardı. Binanın hemen yanında  kazılan, her geçen gün biraz daha derinleşen, bir çocuğun büyümesini görememek gibi, nasıl derinleştiği anlaşılamayan canlı bir çukur. Bir süredir sigara içerken çukura bakıyordu. Toplantıdan sonra hemen terasa çıkmaya niyetlendi. O zaman gördü “Çukura Bakan Adam”ı. Onun hep durduğu yerde durmuş, elinde sigarası çukura bakıyordu. Bir an sevinse mi üzülse mi bilemedi. Özel anı çalınmıştı sanki ama belki gerçek bir sohbet, gerçek bir arkadaş fırsatıydı bu. Yine de yerini korumak istiyordu, hemen yanında durup onunla birlikte çukura bakmaya başladı. Adamın konuşmaya niyeti yoktu. Bir süre bekleyip “günaydın” dedi der demez pişman olarak. “Arada bir çukura bakıyorum” dedi adam. “Nedense beni çok etkiliyor” Çukura baktığını, çukurun onu da çok etkilediğini söylemek istedi. Adam bir çukura hayranlıkla bakan iki kişinin yanyana gelebilmesine ihtimal verecek birine benzemiyordu. Adam sigarasından bir nefes çekti, “babamın ölüsünü yıkarlarken ben de oradaydım, kimse istemedi yanında olmamı, izlememi. Ama orada olma isteğim çok güçlüydü. Şimdi iyi mi ettim kötü mü bilmiyorum” dedi. “Yas tutmak iyidir” sözleri döküldü ağzından. Adam başıyla soğuk bir selam verip gitti. Eğer önceden tanışıyor olsalardı ayrılırken eliyle omuzuna dokunurdu. İçten gelen bir dokunuştan çok, içten gelen olumlu duygusu ile ne yapacağını bilemeyen birinin öğrenilmiş bir jestiydi bu omuza dokunuş. Elindeki tedirginliği, diğerinin omuzuna doukunşun ne kadar sürmesi gerektiği ile ilgili karasızlığı bir tek o anlayabilirdi. O günden sonra her sigara içişinde gözü “Çukura Bakan Adam”ı arayacak, ama bulamayacak. Şimdilerdeyse Çukura Bakan Adam’ın var olup olmadığını bile bilmiyor. Onunla ilgili bilmediği başka birşeyse, başka bir yerde, başka bir zamanda tanışmış olsalar çok az konuşarak çok iyi arkadaş olabilecekleri. İnsan çok az konuşarak da hayatını bir diğerine anlatabilir. Sözcüklerin gücünü hafife almamalı.
Bu işyeri, çalışanlar, binalar, odalar hatta duvarlar nasıl oluyor da bu kadar çok kağıt üretiyor, bir türlü anlam veremiyordu. Herkes ama özellikle de patron kağıtları çok seviyor olmalıydı. Kimse kimseye güvenmediğinden olsa gerek herkes konuştuklarını, isteklerini, yaptıklarını yazıyor, sonra da dosyalara yerleştiriyordu. Tertemiz, bomboş, güzel kağıtları; yazıcılar, bilgisayarlar, odalar, duvarlar adeta kusuyor, kusulanların çoğu birkaç güne çöpe gidiyordu. Duvarların içindeki küçük evrak asansörleri odalara her dakika kağıt taşıyordu. Duvarlardan odaya açılan kapaklar neredeyse saat başı, kağıtları odanın içine atıyordu. Gelen kağıtların hiçbiri ona değildi, genel gönderilerdi. Yine de her gelen evrağın üzerine bakmaktan kendini alamıyor, ona özel bir işaret arıyordu.
Bir sabah istediği oldu. Bir peygamberin ismini taşıyan sinirli cüce postacı kapıyı vurarak açtı ve koridorda adını haykırdı.  Onu sıkça görüyordu koridorda, günde bir, belki iki kez. “Doğulu Hermes” diye düşünmüştü ilk gördüğünde. Hızla, adeta uçarak postaları yerine ulaştırıyor, evrakların sahibine öfke ile bakıyordu.
“Benim” dedi endişeli. Hermes şüpheli baktı ona. Elindeki zarfı geri çekti. “Sen olduğunu sanmıyorum” dedi. “Adın kadın adı” “Ama o benim” diye tekrarladı şaşkınlıkla. Hermes sinir bozucu bir tıslama ile güldü. Boğazının derinliklerinden bir hırıltı geliyordu sanki. “Sanmıyorum, ama kontrol edeceğim” Koridorda dikilirken Hermes’in diğer odalara hızla girip çıkışını, diğer çalışanlara onu göstererek kimlik kontrolü yapışını izliyordu. Bunu yaparken tereddüt ya da saklama çabası olmaması şaşırtmadı onu. Hermes açıkça canını sıkmak istiyordu. Çalışanlar ismin onun ismi olduğunu doğrulayınca çaresiz zarfı teslim etti Hermes. Yüzünde rahatlama ya da iknaya ait iz yoktu. Aksine “Gözüm üstünde” der gibi baktı, hızla gözden kayboldu.
Eline tutuşturulmuş zarfa baktı bir süre. Üzerinde ismi, hangi blokta çalışığı, görevi yazıyordu. Umursamaz gibi görünmeye çalışarak zarfı açtı. Kahvaltıya katıldığı için teşekkür eden bir iki kuru söz vardı kağıdın üzerinde. Kağıdı zarfa geri koydu, zarfı da Candide’in arasına.
Günleri, duvardaki kapaklardan odaya boşalan kağıtları okuyarak, onları imzalayıp geri göndererek veya delip dosyalayarak geçiyordu. Sohbet edecek gerçek bir insan bulma çabasından çoktan vazgeçmişti. Ama vazgeçmek yetmiyordu, öğle yemeklerinde, bahçede kahve, terasta sigara içtiği anlarda içindeki bir şey kendini inandırma çabasına adeta kafa tutuyor, gerçek  bir insan, içten bir sohbet bulabilme umuduyla yanıp tutuşuyordu.
Hergün  “Çukura Bakan Adam”ın durduğu yerde bir iki kez sigaraya çıkıyor, hatta bazı defalar onu düşünüyordu. O öğle sonrası, sigarasını bitirmiş odasına dönerken aynı koridoru paylaştığı bir iki kişi sıradan bir sesle sordular o soruyu: “Kaç saat gözetmenliği vardı?” “Gözetmenlik mi?” dedi. “ Neyi gözetleyeceğim?” Sıradan sesin yerini meraklı, şüphe dolu ve şaşkın bakışlar almıştı. “Gözetmenliğin ne olduğunu bilmiyor muydu?” Hayır, bilmiyordu. Müşterileri gözetleyecekti elbette. Müşteriler bir hafta boyunca, kendilerine ayrılmış odalarda, aldıkları hizmeti anlayıp anlamadıkları, uygulayıp uygulayamadıkları ile ilgili test edileceklerdi. Çalışanların onları gözlemeleri ve testler sırasında dürüst davrandıklarından emin olmaları gerekiyordu.
Geçirdiği bir hafta korkunçtu. Binadan binaya koşuyor, bir odadan çıkıp diğerine giriyordu. Bahçe, bloklar, merdivenler, odalar, koridorlar gözetmenlerle doluydu. Hepsi koşuyorlardı. Hepsi söyleniyorlardı. Ellerinde hangi saatte nerede gözetmenlik yapacaklarını belirten listeyi parçalayanlar görmüştü bu bir haftada. Koşarken düşüp pantolonu parçalanan bir diğeri neresinin ne kadar göründüğünü anlamaya çalışıyordu bir köşede. Test edilen müşterilerin peşinden koşup onları yakalamaya çalışanlar vardı. Müşteriler onu -ve tabii diğerlerini-  sürekli kandırmaya çalışmasalar oradan oraya koşmak yorucu değildi. Bu işte bir tuhaflık vardı. Buradaki tuhaf pek çok şey gibi…
Gözettiği haftanın ardından kağıt kusan duvarlarla çevrili odasına dönmüştü nihayet. Balkon oradaydı, çukur da. (Büyümesi durmuştu. En son gördüğü haliyle aynıydı.) Çukura bakan adam yoktu. Birlikte sigara içtikten sonra izmaritlerini attıkları kutu da oradaydı. Kafasını neredeyse kutunun içine soktu, onun içtiği sigaranın izmaritinden yoktu, demek gelmemişti, gerçi geldiğine dair bir işaret onu şaşırtırdı.
Oda ise, gözetmenlik yaptığı için gelemediği haftada kağıtla dolmuştu. Kağıtlar kontrolsüzce savrulmuş iskambil kağıtları gibi yerlerdeydi. Onları toparlayıp tarih sırasına koyması, gerekli olanları dosyalara yerleştirmesi, diğerlerini okuması, imzalaması ve geri göndermesi birkaç gününü almıştı. Şimdiden tüm raflar dosyalarla dolmuştu bile. Böyle giderse obur bir çocuk gibi şişmanlayan odasında, birkaç ay içinde oturacak yer kalmayacaktı. Bu kadar kağıt ne olacaktı?
“Bu kadar kağıt ne olacak?” diye sordu oda arkadaşına. “Yeni bir dolap mı isteseydi?” Oda arkadaşı güldü, yeni dolap isteyemezdi, odanın planı bozulurdu. Hem neye yaradı ki yeni dolap, o da bir iki hafta içinde dolacaktı nasılsa. Marifet kağıtları en az yer kaplayacak şekilde tasnif edebilmekti. Tarihlerine dikkat etmiş miydi kağıtların? Tebliğ tarihinin üzerinden beş ay oniki gün geçen kağıtları arşive gönderebilirdi.
Arşive gitmek için gerekli zamanın garipliği dikkatini elbette çekti. Ama artık öğrenmişti, “Neden beş ay oniki gün?” diye sormadı. Kağıtları uygun tarihe göre düzenlemesi bir haftasını aldı. Hergün yeni kağıtlar geliyordu, arşive gidecek kağıtlar için gereken tarih hergün bir gün daha artıyordu. İşini bir günde bitiremediği için bir hafta debelenip durdu. Yedinci günün sonunda arşive gidecek evraklar hazırdı. Tek sorun mesainin bitmesine on dakika kalmış olmasıydı. Bu saatte arşiv açık mıydı? Daha da önemlisi arşiv neredeydi?
Aynı koridoru paylaştığı arkadaşları arşivin zaten geceleri açık olduğu söylediler ona. Arşiv görevlisi gündüz başka bir işte çalışıp akşamları arşive geliyordu. Gece yarısına kadar kağıtları ona teslim edebilirdi. Bunun için binanın zeminine yani kısa bir süre önce canlı olan bir başka çukurun dibine inmesi yeterliydi. Şimdi saat tam beşti ve arşiv görevlisi yerini almış olmalıydı.
Zemin kattaki –ki inmesi hiç de kolay olmamıştı, kağıt kolilerini taşıyan görevli, daha zemin kata varmadan onu bırakıp adeta kaçmıştı, o adamdan, arşiv görevlisinden bahsediyor olmalıydı, korkuyordu- dar kapıyı açtığında gördü onu. Masasında oturmuş kitap okuyordu. Önündeki cılız ve kirli ışık yüzünün görünmesini sağlamıyor aksine yüzünde oynaşan tuhaf gölgelerle tanınmaz kılıyordu. Kapının açıldığını duymuş olmalıydı, oysa kafasını kaldırmadı bile. Yanına yürümek gerekiyordu. Daha ilk adımında ayağı bileğine kadar suya girince duraksadı, şaşkınlıkla yere, ayaklarına baktı.
“Burayı hep su basar, aldırma.” dedi arşiv görevlisi. Kafasını nihayet kaldırmış, ona bakıyordu. İki eliyle iki paçasını yukarı kaldırarak yürümeye devam etti, bu gayreti boşunaydı. Neredeyse dizlerine kadar ıslanmıştı. Masaya iyice yaklaşıp arşiv görevlisinin yüzüne baktı. Yaşını belli etmiyordu adam, hatta yaşı yoktu. Uzun süredir yaşayan, deneyimli birinin gözleri vardı onda, çok şeye bakmış, üzülmüş, sıkılmış, sevinmiş, vazgeçmiş ve umursamamıştı. Suyun içindeki ayakları çıplaktı.
“Uzun süre mücadele ettim suyla, o girdi, ben çıkardım. Bazı günler yağmur olmasa bile su basıyordu, suyun nereden geldiğini anlayamıyordum. Sonra vazgeçtim, vardır bir sebebi diye düşündüm, şimdi ayaklarıma iyi bile geliyor.” Susup kafasını kitabına eğdi sonra.
Masaya doğru uzandı, arşivcinin ne okuduğunu görmek istiyordu. Ama göremedi. “Kağıtları getirdim” demekle yetindi. “Koy işte oraya” dedi adam az ilerideki raflardan birini gösterek. Bir rafın yanına gitti, elindeki kağıt kolisi giderek ağırlaşıyordu. “Buraya mı?” dedi. Arşivci kafasına kaldırmadı, hatta cevap da vermeyecekti. Ama “Ne fark eder” dedi. “Kağıtlar sandığın kadar önemli değil, hiç okudun mu onları? ….Mutlaka okumuşsundur. Sana özel bir iz, bir işaret aramışsındır üstlerinde.” Tüm bunları söyledikten sonra baktı gözlerine. “Boşuna arama” dedi ve kitabına geri döndü.
Boşuna gelmiş olamazdı buraya, buranın sırrı, onunla bir türlü konuşmayan diğerleri, bitmek tükenmek bilmeden odasına yağan kağıtların gizemi, hepsi burada çözülecekti, biliyordu. Sırrın çözümüyse karşısında ilgisiz oturuyordu. Kağıtları bırakması gereken yeri göstermiş, kitabına geri dönmüştü. Bir izin, işaretin peşinden nicedir koşuyordu, belki de okuduğu kitaptaydı çözüm, onun da kapağını bir türlü göremiyordu.
Arşiv görevlisi neden hala orada olduğunu sorgulayan bir ifade ile baktı. O da sohbet etmek isteyen, arkadaş arayan, bulunduğu yerde aykırı kalan, bulunduğu yerde aykırı kaldığını zanneden, kendini özel bir insan olarak tanımlayan –kendinin özel olduğunu hissetmek çağımızın bir hastalığı değil miydi?- etrafında olan biteni anlamlandırmakta zorlanan, anlam olmazsa rahat edemeyen, sihir, gizem, yaşamın gizinin bağını çözecek tek bir sözcüğün peşinde koşan tüm normal insanların bakışı ile baktı ona, nasıl baktığının farkına varmadan. Ayakları suyun içindeydi. Karşısında oturan adamın ayakları suyun içindeydi. Kağıttan duvarları olan bir odanın içinde, kirli bir ışık eşliğinde oturuyorlardı işte. Birazdan bir şey olacaktı, hissedebiliyordu.
“Başka kağıt var mı vereceğin?” dedi yaşlı ama yaşını beli etmeyen adam. “Yok” dedi güvensiz. “O zaman git buradan.”
Tek söyleyeceği bu muydu? “Evet, tek söyleyeceğim bu” dedi arşivci. Düşüncesini okumuştu. “Yapman gereken tek şey var, git buradan”
Kararsız bir iki saniyenin ardından zoraki arkasını döndü, ayaklarını suyun içinde sürükleyerek kapıya yöneldi. Cılız ışığın etkisi yiterken, çıkış kapısının altından süzülen ışık güçleniyordu. Bir türlü ikna olamıyordu bu adamın bir şey bilmediğine. “Bilsem ne olur ki” diye seslendi ardından adam. “Bildiğimi söylüyorum ama sen beğenmiyorsun. Söylüyorum işte, git buradan!”
Ertesi gün işe geldiğinde kocaman bir hiçlikle karşılaştı. Koskoca sarı binalar, bakımlı küçük yeşillik parçaları, tek sıra halinde dizili güzel ağaçlar. Hepsi yok olmuştu. Boş, bakımsız, atıl bir arsanın ortasında yorgun bir köpek yürüyordu sadece. “Raki” diye seslendi köpeğe doğru. Köpek bir an durdu, kafasını ona çevirdi, ardından ayaklarını sürüyerek yoluna devam etti.
Arsayı hemen yanıbaşındaki oto sanayi sitesinden ayıran dar yolun başındaki esnaf lokantasına girdi. Saat öğlene yaklaşmıştı, ne çay içebileceği ne de öğle yemeği yiyebileceği kararsız bir saatti kısacası. Yine de bir garsonla konuşup binalara, iş yerine ne olduğunu öğrenmek için zaman lazımdı, kuru fasulye, pilav ve cacık ihtiyacı olan zamanı ona verebilirdi.
Garson yemeğini getirdiğinde sarı binaların nereye gittiğini sordu. Garson anlamamış baktı yüzüne. Burada tarif ettiği gibi ya da başka binalar hiçbir zaman olmamıştı. Ne zamandır bu arsayı satın alan birinden bahsediliyordu, güya buraya üniversite yapacaktı. Birkaç yıldır bu dedikoduyu duyuyorlardı ana gelen giden olmamıştı hiç. Başka bir şey söylemeden işine döndü sonra.
Hesabı ödeyip dışarı çıktı. Çalıştığı boşluğa son bir kez bakıp yürümeye başladı. Birkaç adım sonra garsonun adını seslendiğini duydu. Garson elinde kötü bir poşetle ona yaklaştı. Adamın biri bu poşeti onun için bırakmıştı, öyle ne yaşlı, ne genç, tuhaf biriydi. Onun olduğunu nereden mi bilmişti. Adam onu tarif etmiş, hatta adını söylemişti, kusuruna bakmasındı, neredeyse unutacaktı.
Poşetin içinde babasının ona verdiği kitap ve taşı vardı.


                                                           Haziran  - Kasım 2014 Sefaköy, Bakırköy

* Candide veya İyimserlik Üzerine, Voltaire

3 Haziran 2013 Pazartesi

İNSANLAR, MEYDANLAR, EYLEMLER

İstanbul’da birilerine altın tabaklarda sunulan projelerin, arsaların, paraların, köprülerin uğruna ruhumuzun bile duymadığı kaç yüz bin ağaç kesildi, kesilecek? Üçüncü köprünün yapılabilmesi için 1 milyon 600 bin ağacın kesilmesi gerekiyor ve yarısı şimdiden kesildi bile. Bu haber karşımıza bir şekilde çıktığında eminim içimiz cız ediyor ama bu doğa katliamını önlemek için mücadele zorunluluğu, birkaç çevreci sivil toplum kuruluşu ve bir avuç çılgın aktivist dışında kimseyi harekete geçiremiyor. Ta ki, milyon küsur ağacı katleden zihniyet, kentin en büyük meydanının yanı başındaki bir avuç ağaca göz dikene kadar. İşte o zaman yüz kişinin parkını koruma için naif sayılabilecek gayreti kelebek etkisi misali, tüm kente hatta ülkeye yayılıveriyor.   
 Bu toplumsal  tepkinin- tepkimenin nedeni, birkaç çevreci romantiğin ve Cihangir eşrafının komşuları parktaki ağaçları koruma gayreti midir? Hiç sanmıyorum.
Öncelikle şu “Topçu Kışlası” meselesini irdeleyelim o zaman… Topçu Kışlası 1780 yılında 3. Selim tarafından inşa ettirilmiş. Amacı da kentin Avrupa yakasında Selimiye kışlasının bir muadili olmasıymış. Hayatta kaldığı süre içinde İstanbul’daki önemli binaların kaderini o da paylaşarak birkaç yangın geçirmiş. Israrla ve her seferinde daha şaşaalı bir şekilde yenilenmiş. Osmanlı tarihinin önemli olaylarına tanıklık etmiş. 31 Mart olaylarının çıkış noktası burasıymış. 1913 yılında ise ortasındaki avlu futbol maçları için kullanılmış, burada sirkler, cambazhaneler kurulmuş, at yarışları düzenlenmiş. Cumhuriyetten sonra da avlu futbol stadı olarak kullanılmaya devam etmiş, adı “Taksim Stadı” olmuş. Hatta Türk Milli takımı ilk resmi maçını Romanya ile burada yapmış. Sonra ne olmuş?... 1940’da dönemin valisi Lütfü Kırdar, Fransız bir şehir planlamacısının da fikrini alarak yıkım kararı aldırmış. Sonrası için birçok başka plan varmış ama hiçbiri yerine gelmemiş. “Gezi Parkı” inşa edilmiş yerine. O gün bugündür de varlığını sürdürmüş.
Merak ettiğim 250 yıllık bir binanın 1940’da neden ve nasıl yıkıldığı. Bu yıkım kararının alınmasında nedense o yıllardan burnuma kötü bir koku geliyor.
Daha çok merak ettiğim ise neredeyse 70 yıldır orada duran, İstanbul’un belleğine kazınmış olaylara tanıklık etmiş Gezi Parkı’na neden göz dikildiği? Bunun cevabını bildiğimi düşünüyorum ve bu kez kötü kokuları burnumun dibinde hissedebiliyorum.
Her ne kadar “Topçu Kışlası yapılacak, başka yolu yok, içinde müze mi olur, alışveriş merkezi mi olur? Ona henüz karar vermedik” diye bas bas bağıran ses kararlı görünse de, yapılacak Topçu Kışlası, Antalya’daki Topkapı Palace, Kremlin Palace gibi temalı otel adı verilen ucube yapılardan biri olmanın ötesine geçebilir mi? Mimaride “kurgu mekan” denilen bu acayip türde, olmayan nitelikler varmış gibi gösterilmeye çalışılır (artık orası kışla değildir), yer ve zaman ilişkisi kurulmaz, mekan hem kendisi hem de çevresiyle çelişkiler içindedir.
“Zamanında orada Topçu Kışlası vardı, yine olacak” diyen zihniyet, 1969 yılından beri orada tüm mekânsal ilginçliği ve zarafetiyle duran Atatürk Kültür Merkezi hakkında “Yıkacağız da yıkacağız” demekte beis görmemektedir.
Konuya ne kadar soğuk ve uzaktan bakmaya çalışsak da bu noktada ideolojik histeriyi görmezden gelebilir miyiz?
Peki, bu zihniyet, ilk kez mi kendi bildiğini okumaktadır? Elbette hayır? 10 yıldır artan bir ivmeyle, güçlendikçe saçmalaşmaktadır. Toplumsal hayat üzerinde her geçen gün daha da fütursuz, daha küstah olmaktadır. Yediğimizden içtiğimize, giydiğimizden çocuk sayımıza, çocuk sahibi olup olmama hakkımıza her konuda coştukça coşmaktadır. Ama bu şiddette bir tepkiyle belki de ilk kez karşılaşmaktadır.
Çünkü ağacını ve parkını korumak için sokağa dökülenlerle aslında aynı kaygıyı taşımaktadır. Mareşal olmak için “meydan” savaşı kazanmak gerekir. Sanal çeteleri bahane ederek istediğini sonu belli olmayan sürelerle hapse atmak, sigaraya karışmak, içkiyi yasaklamak, insanların çocuk sayısını belirlemeye kalkmak, kürtajı yasaklamak mutlak galibiyet için yetmez.  Bu özgüvenin, bu fütursuzluğun, bu ne isterse yapıyor olmanın Taksim Meydanı’nda imtihan edilmesi ve tescillenmesi gerekir.
Meydanlar önemlidir. Eski Yunan’da halkın tartıştığı, önemli siyası kararların alındığı, düşünürlerin, aydınların hayata dair, gerçeğe dair fikirler üretip birbirleriyle paylaştığı, tragedyaların günlerce ve gecelerce tekrar ve tekrar okunarak halkın toplumsal travmalarıyla başa çıkmaya çalışıp yasını tuttuğu  “agora”ların günümüz dünyasına yansımalardır Taksim meydanı, Tahrir meydanı, Kızıl meydan ve Tianamnen meydanı.

Acaba bugün emekçi kesimin, bayramlarını Taksim meydanında kutlamak istemesi -hele de Kazlıçeşme’de, Okmeydanı’nda, Kadıköy’de, Çağlayan’da rahat rahat, ferah ferah kutlayabilecekken- çocukça, ergence bir şımarıklık mıdır? Yoksa 1977’de orada yaşananların yasını tutma, “bu kez o travmayı burada anıp ölmeden evimize döneceğiz” demek midir? “Yılda bir kez ülkenin gözü bizi görsün” demek midir? 


O yüzden değil midir ki Mısır’da devrim bir meydanda noktasını koymaya çalışmıştır. Çin’de 1989 yılında öğrenciler, işçiler, aydınlar bir partiye, bir yönetime isyanlarını bir meydana kanlarını akıtarak göstermişlerdir. Koskoca bir Rus devrimi rengini o yüzden bir meydana vermiştir.



Meydanlar önemlidir. O yüzden egemen sesler, ne kadar egemen olduklarını sansalar da meydanları ele geçirmeden bir türlü tatmin olmazlar, olamazlar. Bu yüzden toplum ne kadar kaybettiğini, örselendiğini değiştirildiğini düşünse de meydanına göz dikildiğinde bambaşka bir dinamiğe bürünür. İşgalin son noktası bayrağı meydana dikmektir. Bu her zaman acılı olur.
Meydanlar önemlidir. Meydanlar halklarındır, iktidarların değil.


8 Kasım 2012 Perşembe

BACAKSIZ GELİN

                                                                           " Dr. G. Oral tarafından nakledilmiştir."


“Egeliler Adalılar için ne der bilir misiniz? Bilene çay  en iyisi yemek ısmarlayacağım.” Aslında bilmediğimizi biliyordu ama yine de birazdan kendi sorusuna vereceği cevabın etkisini arttırmak istercesine bekledi. Sıradan bir günde “Gidin araştırın, bulun, size şu kadar süre” derdi ama bugün keyfi yerinde görünüyordu. Cevap gelmek üzereydi. “Adalılar adamdan pamukla kan alır. Böyle yumuşak, sessizce, acı vermeden ama içini boşaltarak.” Bir sigara yaktı, devam etti. “Şimdi kendini yazar olarak tanıtan bu kadın atalarının adalı olmasını ilginç bulur ve hatta bununla gurur duyar. Küçük entellektüel duyarlılıklarını kitaplarına aktarırken, aslında bunun kitap yazmak olmadığının farkında değildir. Gerçek olamayacak kadar kibar olan bu kadın, dokunsan ağlayacak, içinin çürümüşlüğünü sağaltmak için kağıda kaleme sarılmış, geniş çevresi, iyi eğitimi sayesinde yazdıklarını ete kemiğe büründürmüştür. Ama aslında ne yakışır ona, yapması gerekip de yapmayarak yazarmış gibi yazmasına sebep olan nedir?”
Şimdi bu kentten sıkılmış, sıkışmış kadın kendince radikal bir karar vererek bir Ege kasabasına -biz bu kasabaya Alaçatı diyelim- yerleşir. Doğayla başbaşa olmak, kentin trafiğinden, kalabalığından ve kirinden kaçmak istemektedir. Ama ne hikmetse kentin ona sunduklarını da yanında getirmiştir. Sahilde bir kafe açar. Köylü kadınlardan otlar satın alıp çaylar demler. Saçlarını kısa kestirir, bol elbiseler giyer. Kendini de yanında getirdiğinin farkında olmadan içer kaynamış otları. Aslında müşterileri de kentlilerdir. Zeytinyağları, sabunlar ve otlarla oyalanır. Akşam yemeklerinde kentten yolu düşmüşlere sofra şarapları ikram eder. Zaman zaman sofralarda küçük duyarlı sohbetler yapar diğer kentlilerle. Duyduğu efsaneleri anlatır onlara. Bazıları çok etkileyicidir, bazıları korkunç. Ama hiçbiri onu “Bacaksız Gelin” hikayesi kadar etkilemememiştir.
Efendim, bu Alaçatı tuhaf yer. Zamanında korsanların da uğrak yeri olmuş limanı, farklı kültürlerden insanları ağırlamış. Garip adetleri var, kaynağı neresi, kim olduğu bilinmeyen. Belki Yunan’lardan, belki Adalılardan, belki de Araplar’dan gelmiş adetler. Bu adetlerden birine göre kızların yüzünü evlendikleri, gelin oldukları gün hiçbir erkek göremez. Babası, dayısı, abisi bile. Gelin erkeklerin olduğu bir yerden geçiyorsa “Gelin geçiyor.” denir, tüm erkekler başlarını önlerine eğer.
Zamanında Alaçatı’da İsmail adlı bir delikanlı yaşarmış. Balıkçıymış İsmail. Büyükçe bir teknesi varmış. Annesi küçük yaşta öldüğünden babası ile pek düşkünlermiş birbirlerine. İsmail babasının sözünden çıkmaz, babası İsmail’in bir dediğini iki etmezmiş. Ama kadınsız hayat zor elbet. Bir kadın bulmuşlar baba oğul, işlerini yapsın diye. Dışarıdan gelen kadınla evin kadını bir olur mu? Yürümemiş o iş. Sonunda babası İsmail’e bir kız bulmuş. İsmail babasına itiraz edecek değil ya. Kabul etmiş evlenmeyi, kız da İsmail’den iyisini mi bulacak? Düğün günü gelmiş çatmış. Kızı süslemiş kadınlar. Tek katlı iki göz odada kınasını yapmaya koyulmuşlar.
Ama Ahmet diye bir delikanlı varmış ki kasabada, kıza nicedir gönül vermişmiş. Sevdiğinin evleneceğini duymuş. Bağrına taş basmış. Ama sevda bu. Son bir kez görmek ister sevdiğini gelinlik içinde. Kınanın yapıldığı evin önüne gelmiş kimselere görünmeden Ahmet. Küçücük buğulu camın ardından son bir kez bakmış ona. Ama bir de ne görsün? Sevdiği de ona bakıyor. Göz göze gelivermişler son kez.
Kız ses etmeyecek ama yanındaki kadınlar anlamışlar bir tuhaflık olduğunu. Camın önüne koşmuşlar ki bir de ne görsünler? Bir erkek duruyor orada, gelin kıza bakmış, onu görmüş. Hemen ardından koşmuşlar.
Ahmet’i yakalamasına yakalayamamışlar ama haberi damada uçurmuşlar. Damat başı önde gezemez, gelininin gözüne erkek gözü değmiş düğün günü.
Kapmış babasının kasaturasını, kızın bacaklarını, kollarını kesmiş. Oracıkta can vermiş kız. Adet bozulmamış böylece.
Düğün günü kolu bacağı kesilen kız efsane olmuş Alaçatı’da. Çünkü aslında hiç ayrılmamış oralardan. Kim ki,  limanda, ıssızda, gece vakti tek başına gezer, bacaksız geline rastlarmış. Başında duvağı kolu, bacağı olmayan hayaletinin kime musallat olacağı belli olmazmış. Bazen kendi görünmezmiş ama sürünerek geçtiği yollarda bıraktığı kan izlerinden anlarlarmış bacaksız gelinin oralarda olduğunu. Anneler, haminneler yemeğini yemeyen çocukları bacaksız gelin gelecek diye korkuturlarmış.
İşte böyle, dedi. Hikayesinin bizde bıraktığı izi izlemek için bir an durdu, bekledi.
Bizim kadına gelince, hiçbir zaman yazamayacağı kitabının hayalini kurarak, ilginç olma peşinde bacaksız gelinin hikayesini anlatır, durur. Kimbilir bacaksız gelin çıkar bir gün karşısına da, bizimki kente geri döner.


Nakledenden bir öykü daha okumak için,

Bir sonraki yazı: Abdi Bey'in Zor Günleri

21 Eylül 2012 Cuma

TUHAF GÜNLER


                                                                                                                   Sevgili Anneanneme,

Her zaman ölümün  çekici olduğunu düşünürüm. Ölmek değil çekici olan, ölen birine bakmak. Çünkü o anda kendi ölü bedenimize bakacakların gözlerine sahip oluruz. Ölünce bize ne olacağını merak ederiz. Nasıl öleceğimizi, nasıl görüneceğimizi... Aslında içten içe biliriz ki onurlu yaşam vardır ama onurlu ölüm yoktur. Vücudumuz iflas eder, kaslarımız yaşımımız boyunca hiç olmadığı bir hale girer, ağzımızda tuhaf bir açıklık, gözlerimizde bir pus, bir boşluk, belki idrar, dışkı kaçağı.. Bu her zaman ve hangi yaşta olursa olsun çirkindir.
Geçen hafta, anneannemin solunumu durduktan sonraki kırkbeş dakikayı yanında geçirdim. Ona uzun uzun baktım. Ağzındaki o anlamsız açıklığa, bizi “canlı” yapan her ne ise o çekilip gittikten sonra, boş bir kılıf gibi kalan vücuduna.. Ayaklarına ve ellerine dokundum “ölümün soğukluğu” denen şeyi hissetmek için. Sadece biraz üşümüş gibiydi. Saçlarını elledim, aynıydı. Kulağına eğilip “Görüşürüz” dedim. İkimizin ortak anıları için teşekkür edip, kendimi güvende hissettiğim, yalnız kalabileceğim bir yere koştum. Ancak orada ağlayabilirdim.
Döndüğümde, sedyede üstü örtülü asansör bekliyordu. Dayım  hastasını röntgene indiren bir hasta yakını gibi yanında duruyordu. Bir eli çarşafın üzerindeydi. Birkaç metre ötemizde bir adam anneannem için mırıldanarak dua ediyordu. Yanımızdan hastalar, görevliler, doktorlar geçiyordu. Bu hastane, kocaman, yaşlı, ağır ağır soluk alıp veren canlı bir organizmaydı sanki ve anneannem henüz oraya aitti.
Asansörün kapısı açıldığında, içinde hastane çalışanlarından birinin bir hastaya refakat ettiğini gördük. Tüm hastane çalışanlarında olan küstahlık ve kabalıkla “Hasta var, hasta var” deyip bizi azarladı. Asansöre binmemizi istemiyordu. Hemen yanımızda tekerlekli sandalyeki hastasını taşıyan orta yaşlı kadın “ Benim de felçli hastam var ama” dedi. Onun sesinde de  hastanelerde iş yapmanın ancak terbiyesizlik sınırında iletişim kurmakla mümkün olabileceği bilgisinin tınısı, hemen seziliyordu. Kimse bize bakmıyordu. Ben “Bizim ölümüz var” diyerek son noktayı koydum. Utancın birkaç saniyelik sessizliği asılı kaldı havada. Kadın özür diledi, hizmetli ses etmeden asansörü bize bıraktı. Ölüm, bize gündelik hayatın, pek de bilmediğimiz avantajlarından birini sağlamıştı. Asasnsöre binip gasilhaneye indik.
Ben vedamı etmiştim. Bir kez daha içeri girmeyi düşünmedim o yüzden. Kapının önünde duruyorduk. Ben ve elinde küçük naylon bir paket tutan, kıvırcık saçlı, güzel yüzlü gencecik bir kız. Şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir hali vardı. Görevli anneannemi içeri alırken bir an göz göze geldi onunla. “Babamın ayak parmakları” dedi kız, kendi söylediklerine şaşarak. “Onlara da dua edilmesi gerekiyormuş.” Görevli paketi elinden hızla alıverdi kızın. “Ben bekleyeyim mi burada?” “Gerekmez” dedi görevli. “Duası edilsin, başka bir cenazeyle gömüp hallediveririz biz.” Sonra kapıyı kapattı yüzümüze.
Kızla birbirimize baktık. “Başınız sağolsun” dedi kibar bir sükunetle. Ben ne demeliydim? “Sizin de.” dedim. Ne kadar çabalasak da durumun garipliğini silip atamamıştık. Biz de vazgeçtik çabalamaktan. Gözümüzden yaş gelene kadar, kahkahalarla güldük.
 Gasilhanede çalışmak nasıl birşeydir diye hiç düşünmemiştim o güne kadar. Ne yapar bu insanlar? “Ne işle meşgulsünüz?” diye sorulduğunda “Ölüm işiyle” mi derler? Sonra cenaze namazı kıldırmak, ölü gömülene kadar ona refakat etmek, “Ölünün başı şu tarafta olsun, tabutunun başına kadınsa yemeni erkekse havlu konsun.” demek, mezar kazımını gözleyip, gerekli tahta, çıta miktarını belirlemek ve tüm bunları olabildiğince hızlı ve rutin bir iş değil de o günkü cenazeye özgü tavırlarla yaparak acısı olan insanları rahatlatmak... İşte ben bu insanlara “Tanatolog” diyorum.
Thanatos, Yunan mitolojisinde ölüm tanrısıdır. Ölüler ülkesinin en derin yeri Tartaros’da oturur. Gelişi tahmin edilebileceği gibi acı ve keder getirir. Geç dönem Yunan mitolojisinde yakışıklı bir genç adam olarak tasvir edilir. Peki neden yakışıklılık ve gençlikle simgelenmiştir ölüm? Çünkü iyi uğruna, iyi bir ölümle sonlanmışsa yaşamımız, o zaman Thanatos gelip götürür öleni Hades’in Ölüler Diyarı’na. Thanatos Yeraltı Tanrısı Hades gibi ölüm merkezli bir tanrı değil, ölümün tam anlamıyla kendisidir. Eğer gençse, yakışıklıysa ölüm tanrısı, bu belki de ölümün biraz da yaşama dahil ve zaman zaman arzu edilen olduğunu anlatmaz mı bize?
Birkaç haftadır eski bir alışkanlığım geri geldi. Tren istasyonlarında zaman öldürüyorum. Sanki tren bekliyormuş ya da birini karşılayacakmış gibi davranıyorum. Eve varmam gereken saate göre iki ya da üç tren geçiyor ben otururken. Favori istasyonum Koca Mustafa Paşa ve Sirkeci Garı’nın yolcu bekleme salonu. Garda uyuyanları seyrediyorum. Bazen başımı duvara dayayıp beş on dakika kestiriyorum. Bir yere gitmeyeceğim halde gidiyor gibi yapmak, birini beklemediğim halde o geleecekmiş gibi yapmak arındırıyor beni. Bazen ses istemiyorum, sadece izlemek, görmek iyi geliyor. O zaman kulağıma müzik tıkıyorum. Trenler gidiyor, beklenenler gelmiyor. Ama ben bir nebze iyileşmiş oluyorum. Eve dönüyorum.
Kedim gözlerimin içine bakıyor, gözlerini bir an bile kaçırmadan. Son zamanlarda yaşadığım bu tuhaf günlerde, onun gözlerinin arkasında benimle alay eden, benim bilmediklerimi bilen bir insan olduğunu düşünüyorum.
Haiku denen küçücük, basit geleneksel Japon şiir formu, hani şu toplam 17 heceden oluşan (5-7-5), üç dizelik şiirler. Referansını doğadan alan ve haiku şairinin doğada her an binlercesi yaşanan büyülü anlara şahit olup yazdığı. Şiire yakın biri olmamama rağmen duygularımı kontrol edemediğimde okuduğum birkaç kez de yazmayı denediğim bir şifa ve arınma yolu. Türü bilenler Başo ile anarlar ama Kobayaşi İssa’nın inceliği, zerafeti yoktur onda. İssa’nın küçük kızının ölümünü anlatan haikusu şöyledir:
Çiğin ömrü-
Çiğin ömrü bu kadar.
Oysa, ah oysa
Bu küçücük şiir, bir çocuğu, bir acıyı, bir ölümü, bir pişmanlığı, yaşanmamışlıkları ve özlemi ne güzel anlatır.
Ölümü yaşama bağlamak gerek. Yazarken de, yaşarken de...
4 Temmuz günüydü. Eminönü’nde, Mısır Çarşısının önünde, kuşların ortasında vedalaşan bir adamla bir kadın görmüştüm. Kadın adamın omzuna değdi. Birbirlerini öpüp aksi yönlere yürüdüler. O an bir haiku yazmıştım avucuma.
Omzuna değdim.
Şehrin tam ortasında
Tüm kuşlar sustu
Hoşçakal sevgili anneanneciğim...




1 Temmuz 2012 Pazar

SINAVI KÖTÜ GEÇEN GENÇLERE GELECEK VADEDEN MESLEK ÖNERİLERİ: FACEBOOK FOTOĞRAFÇILIĞI

“Her şey tek bir denemeyle başladı –fotoğraflanmış nesnelerle sarılı olmamızın ortaya çıkardığı bazı estetik ve ahlaki sorunlara değinen bir makaleydi bu; -“ der Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine” adlı fotoğrafla ilgilensin ya da ilgilenmesin herkesin mutlaka okuması gereken müthiş kitabının açılış cümlesinde. Beni bugün yazacaklarım üzerine düşünmeye başlatan an ise bir ekonomi kanalında büyük bir holdingin CEO’su ile yapılan röportajda geçen birkaç cümle. İş görüşmesine gidecek gençlere öneriler veriyordu adam ve “sanal ortamda hayatınızı paylaşmayın” diyordu. “Bu sizin ekonomik durumunuzdan, cinsel ilgilerinize, tatil tercihlerinizden, sosyal statünüze kadar birçok bilgiyi ortaya dökmeniz demektir.”
 Kızım bebekken cep telefonum ve elektronik posta kutuma bebek bezi, pudra, mama gibi ürünlerin kampanya bilgileri geliyordu. Belli ki alışveriş alışkanlıklarımız takip ediliyor. Dış dünyadaki güvenlik kameraları ara sokaklara kadar girdi. Dünyada DNA bankacılığı tartışılıyor. Birçok batılı ülke bu bankaları kurdu bile. İngiltere’da trafik suçu işlediğinizde DNA’nız alınıyor. Suçun önlenmesinde çok önemli olabilecek bu uygulamaların diğer yüzü pek tartışılmıyor. Genetik mükemmeliğinizden hastalıklarınıza kadar olan bunca intim bilgi kimin kontrolünde olacak, bu bilgilere kim ulaşacak?
Ekonomik, genetik, fiziki takibin dışında sosyal hayatınızın takibi de bağımlısı olduğunuz facebook yoluyla yapılıyor olmasın sakın? George Orwell’ın herkesi gözetleyen “Büyük Abi” kehaneti 2012’de kendini gerçekleştirmiş görünüyor. (1984’den bu yana çok zaman geçmedi...)
Belki de “sanal” ve “gerçek” olanı ilk kez tanımladığını bilmeyen Platon,” Şimdi bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, ışık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar sadece mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren hayalleri göremezler değil mi? Bu adamların gözünde gerçeklik, asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir...” derken bir yandan fotoğraf makinesinin nasıl çalıştığını anlatıyor, bir yandan da fotoğrafın  bir anlamda yalan söylediğini, zincirinden kurtulmayan, kurtulamayan algının, ruhun, aklın kolayca gerçek olmayana, sanal olana kapılıp gidivereceğini anlatıyor.
Artık kimse yaşadığı gerçekle yetinemeyecek gibi görünüyor. Gerçek o kadar sıkıcı ve yavan ki, duvara, kağıda ya da bir internet sayfasına düşen zahiri, “mış gibi yapmaya” hizmet ediyor.
Arkadaşlarla buluşmak, bir törene, bir konsere şahit olmak artık gerçek anlamını çoktan yitirdi. An, o an değil, facebook sayfalarında yaşanıyor, fotoğraflara bakılıyor, “etiketler” konuyor, yorumlar yazılıyor, orada olmayanlar hasetle karışık bir röntgenci duygusuyla olan bitene tanıklık ediyor. Bunun yaşanabilmesi içinse “gerçek” anda herkes fotoğraf makinelerini silah misali belinden çekiyor, -“shoot” kelimesinin hem vurmak hem de çekmek olarak kullanılması tesadüf olmasa gerek- birbirinin ve kendinin fotoğrafını çekmeye başlıyor.
Bu çılginca başkalarıyla paylaşma isteği, kendilik algısını da zedeliyor olmasın? “Oradayım, buradayım, kahve içiyorum, köfte yiyorum, örgü örüyorum, hatta duruyorum” şeklindeki durum güncellemeleri on beş dakikalığına olmasa da birkaç saniyeliğine kendini önemli hatta kendi çevresinde “ ünlü” hissettiriyor.
İşin bir de ilişkiler boyutu var elbet. “Çıkma teklif etmek, flört etmek, arkadaşlık teklif etmek” gibi benim gençliğimin naif kavramları yerini “ ilişki iletisi göndermek, dürtmek, eklemek” gibi ne idüğü belirsiz durumlara bıraktı. Genç kızlar bir sevgilileri olduğuna, gerçek hayatta yaşanan, el tutmak, yemeğe davet etmek, öpüşmek ya da en basitinden sözle ifade ile değil, facebook’un onlara söyledikleri ile ikna oluyorlar. İlişkisini güncelledi mi? İleti gönderdi mi? Birlikte paylaşılmış bir günün anlamı yok, o günün fotoğraflarının internet sayfalarında paylaşılması gerek.

20 Şubat 2012 Pazartesi

BEYİN ÖLÜMÜ

                                       Çocukluğunda kamyon şoförü olmak isteyip doktor olan bir arkadaşıma;


Her nefes alışımda zaten ölüyordum. Akciğerlerim hasta yıllardır. Havayı içime çekiyordum ama işe yaramıyordu.Sanki denizin dibine çekiliyordum.Nefesimi tutuyor,boğulmayı bekliyordum. Panik, sıkıntı, çaresizlik... Önce çırpınıyordum, sonra sanki suyun altında terliyordum. Tam ölecekken incecik bir borudan belli belirsiz hava giriyordu vücuduma. Ölmüyordum, ölemiyordum o zaman. Sonraki soluk için herşey yeniden başlıyordu ardından.
Bazen kızım, bazen oğlum, bazense her ikisi birden ben boğulurken başımda çırpınıyorlardı. Acı çekiyorlardı.Dehşet içinde yüzüme bakıyorlardı. Ama boşuna... Kim bir başkasına soluk verebilir?
Kızım doktordur. O biliyor neler yaşayacağımı, boğularak öleceğimi. Bazen gözleriyle bana ‘Keşke ölsen baba, bu son soluğun olsa.’ diyor. Ben istemez miyim sanki?

Bir trafik kazası, - üç yaralı- bir bar kavgası, -bir saçlı deri kesisi, bir kol kırığı- bir de mahalle kavgası, - kol ve bacaklarda kesikler, sıyrıklar, bir baygınlık – bir de histeri krizi... Dikiş attım, pansuman yaptım, elektro çektim. En çok da dişleri sigara ve çaydan sapsarı olmuş Uzman’la göz teması kurmaya çalıştım. Ama boşuna, bana doğru düzgün bakmadı bile. Bir iki kez bağırdı, azarladı, o kadar. Sabaha daha var. Biraz önce kalabalık sohbetlerde arada bir olana benzer bir sessizlik yaşandı acilde. Hani iştahla, birbirini dinlemeden konuşanların hepsinin bir anda susması, sonra da hep birlikte bu suskunluğa gülmeleri gibi. On dakikadır gelen giden yok. Uzman “Buralar sana emanet, ben çay içiyorum.”deyip çıktı. Buralar bana emanet. Umarım çabuk gelir, korkuyorum.

Korkuyordum ama yersizmiş korkum. Son nefesimden yani son mücadelemden sonra bir rahatlık çöktü üstüme. Sanki kaslarım gevşedi, hafifledim. Bir daha boğulmama gerek olmadığını söyledi vücudum. Sanki son kez nefes almadım da esnedim. Derin bir uykuya dalmış gibiyim.Rahatım. Kurtuldum.
Acil odasına telaşla girip çıkıyorlar. Hemşireler, bir de genç doktor. Doktor yatanın üzerine eğilmiş. Kalp masajı yapıyor. Kapının önünde bir genç kadın, bir de genç erkek bekliyor. Kadın ağlıyor. Kızım bu. Keşke ağlamasa, iyiyim ben artık. Odanın köşesinde durmuş olup biteni seyrediyorum. Doktorun alnı terden boncuk boncuk olmuş. Sürekli birini çağırıyor. Gelen giden yok. Öldüm işte, gitme vakti geldi.
Ne olurdu on dakika sonra gelseydi. Uzman buradayken. Buralar sana emanet demişti. O zaman elimden geleni yapmalıyım. Onu geri döndürmeliyim. Kapıda yakınları korkuyla bekliyor. Bugüne kadar kimseye ölüm haberi vermedim. Bu akşam da vermeyeceğim. Kalp masajı yaparken bilgilerimi tekrar tekrar gözden geçiriyorum. Atladığım birşey olmamalı. Hemşireler Uzman’ı bulamadı. Güya çay içmeye gitmişti, kesin bir yerlerde uyuyordur adi herif. “Hadi amca, dön geri.” Çocukların burada, Uzman yok, buralar bana emanet.

Gitme vakti demiştim, neden odadan çıkamıyorum? Ölmedim mi ben? Olan biteni izlemeye dalmışım. Genç doktor canını dişine taktı. Belli etmemeye çalışıyor ama çok korkuyor. Korkusunu içimde hissediyorum. Keşke yaşarken de böyle hissedebilseydim. Hayat ne kolay olurdu. Herkesin hissettiğini kendi hissim sayardım. Kimseye kırılmaz, kimseyle tartışmazdım. Ölüyor olmanın lüksü olmalı bu. Tek kelime etmiyor genç doktor. Ama sanki benimle konuşuyormuşçasına, tane tane duyabiliyorum onu. Kendini sakinleştirmeye çalışıyor, derslerde öğrendiklerini geçiriyor aklından. Kimseye ölüm haberi vermemiş, bu ilk olacak. Ölümü dillendirmeye benimle başlaması iyi,  yaşlı ve hasta bir adamım ben. Yıllardır ölmeyi bekliyorum zaten. Çocuklarım ölmemi bekliyor. Hepimiz için en iyisi bu. Genç doktor dışında.

Kalp masajını durdurdum. İki saniye bekledim. İşte oldu, kalbi atmaya başladı. Ciğerlerine kadar inen tüpün ucundaki hava pompasını sıkmaya başladım. Kalbi atıyor ya birazdan soluğu da düzelecek. Başardım işte, bu gece kimseye ölüm haberi vermeyeğimi biliyordum. Tüm kaslarım gevşedi, içimi bir rahatlık kapladı. Kendim bile inanmamıştım ama işe yaradı. Başımı kaldırdığımda Uzman”ı gördüm. Mutlu görünmüyordu. Uyumaya gitmeseydi o da. Ben elimden geleni yaptım. İyi de neden bağırıyor bana? Neden hastanın kızıyla konuşmamışım? Doktormuş. Kalbinin kaç dakika önce durduğunu biliyor muymuşum? Hastalığını biliyor muymuşum? Sağ elinin parmaklarını açmış burnumun dibinde sallayıp duruyor. “Beş dakika” diyor sürekli. “Beş dakika sonra zombi olur. Tebrikler süper kahraman, yaşayan bir ölü yarattın.” Makineye bağlamakla ilgili birşeyler geveledim ağzımda ama boşuna. Hepsinin dolu olduğunu söyledi kapıyı vurup çıkarken.
Tek başına nefes alamayacak. Nefesi ben olacağım.


Ölemedim yine, bu odaya, bu bedene hapsoldum. Çıkıp gidemiyor, devam edemiyorum. Öylece durup onu seyrediyorum. Ne kadar da mutlu olmuştu kalbim atmaya başlayınca. Elindeki pompayla bana nefes veriyor. Ne kadar sürdürebilir ki bunu? Dakikalar, saatler, günler.. Bu odanın zoraki misafirleriyiz. Bu bedenin işi bitemedi henüz.
Şu an hiçbir şey düşünmüyor. Düşünse de, ben de bu böyle ne kadar sürecek bilsem. Üzgün görünüyor. Kızım da üzgün. Kapıda vücuduma çaresiz, kararsız, bilinmezlik dolu bakıyor.

Beyin ölümü... Makineler dolu. Dünyada bir haftadan fazla yaşayan yok, hatırlıyorum. Bir hafta boyunca bu pompayı hiç ara vermeden sıkabilir miyim? Hemşireler nöbet değiştirdi, Uzman kapıda sigara içiyor, başka yaralılar geldi, dikişler atıldı. Ben buradayım, bu sandalyenin üzerinde, pompayı sıkmaya devam ediyorum. Bir elim yorulunca diğer elime alıyorum. Hatta bunu bir oyuna çevirdim. On dört dakika sağ el, on altı dakika sol el. Böylece yarım saati tamamlıyorum. Amca geleli üç saat kırk altı dakika oldu. Bir dakika ne kadar uzunmuş meğer.

Kim bir başkasına soluk verebilir demiştim ya. Yanılmışım. Bu genç doktor soluğum oldu. Devam edememek ne kötü. Bırak oğlum, bırak öldüm ben. Değmez bu yaptığına, bu kadar yorulup kolunu hissetmeyecek kadar çabalamana. Bırak beni. Hem sen hem ben gidelim yolumuza. Sen derin bir nefes al, vedalaş benimle. Sonra git evine, uyu.

Ölecek biliyorum. Nasıl olsa ölecek. Ama bırakamam. Belki makinelerden biri boşalır, belki bir mucize olur. Belki Uzman bana acır, biraz da o sıkar pompayı. Bu sonuncusuna kendim bile inanmadığımdan olsa gerek farkında olmadan gülümsedim. Sonra aklım gülümsediğimi fark edip utandı. Önümde bir adam yatıyor. Soluğu benim elimde, yarı ölü. Bense gülümsüyorum.
İyi miyim? İyiyim. Daha çok dayanabilirim. On dört dakika ne kadar uzun. Sağ kolum sabırsızlıkla dinlenmeyi bekliyor. Keşke bir dergi olsaydı, bir kitap, bir ders notu, bir sigara –sigara içmem aslında -, bir bardak çay, bir arkadaş, bir radyo... Keşke amca gözünü açıp bana bir şey söyleseydi. O zaman daha kolay dayanırdım. Kim inanır ona bakınca yaşayan bir ölü olduğuna? Gözlerinin yanındaki kırışıklık tanıdık geldi bir an. Babam uyurken aynı yerde aynı kırışıklık olur, hatırlıyorum.

Hayatımı televizyon tamir ederek kazandım ben. Hep yalnız çalıştım. Küçücük bir dükkanda, küçücük bir ışık altında, küçücük bir kutunun içine eğip başımı.  Bir de cızırtılı bir ses... Yurttan sesler korosu, polis radyosu. Küçücük bir dünyam vardı benim.
Babam kamyon şoförüydü. Bazen üç ay gelmezdi eve. Annem dertli bir kadındı. Hep hüzünle bakan gözleri, gülmeyeyi bilmeyen dudakları vardı. Beni çok severdi. Okuldan döndüğümde hamur kızartmış olurdu bana. Babamı beklerdik hep. Bir keresinde babam iki günlük bir sefere beni de yanında götürmüştü. Yaz tatiliydi. Ağustosun sıcağında nefes alamadığımız bir yaz tatili. Tüm gece direksiyon salladı babam. Uyumayacağıma söz vermiştim kendi kendime. Ama çocuk bedenim uykuya yenik düşmüştü. Sabaha karşı motor durunca bir anda açıldı gözlerim. Babam kamyonun yanında sigara içiyordu. Bir tepedeydik. Atladım kapıdan aşağı. Ayağımın altındaki otlar çıtırdadı kırağıdan. Babamla birlikte tepeden baktık Sis çökmüştü ormanın üstüne. Yüksek çamların dikenleri sisi delip geçmişti. Durgun bir gölün üzerindeki yabani bataklık bitkileri gibi görünüyorlardı. Güneş bir kaç dakika sonra  doğacaktı ama ilk ışıklarını kendini daha göstermeden yollamıştı bize. Hiç ses yoktu, çıt çıkmıyordu. Hiç konuşmadan bekledik. Bir kaç dakika sonra tüm kuşlar hep bir ağızdan ötmeye başladı. Çığlık çığlığa. Babam kamyona bindirdi beni, kendi de geçti direksiyonun başına. ‘Kahvaltı edeceğiz’ dedi. Seni sadece kamyoncuların bildiği bir yere götüreceğim. ‘Hayatında yiyeceğin en iyi menemeni yiyeceksin.”
Küçük dükkanın önüne yedi sekiz kamyon park etmişti. Babam şoförlerle, çalışanlarla selamlaştı. Beni tanıştırdı. Gurur duydum. Hem kendimle hem babamla. Önüme yeşilli, kırmızılı, sarılı rengarenk bir menemen geldi. Ömrüm boyunca mutluluğun tadı o menemenin tadı oldu bana.
Ardında tuvalet olduğunu sandığım kapıyı açtığımda gördüğümü ise hayatımda bir daha hiç görmedim. Göremezdim de. Çocuk aklımın masallarda dolaşan hayal gücü bile yumurta kabuklarından bembeyaz bir dağ göreceğini bilemezdi. Kırdıkları yumurtaların kabuklarını bu boşluğa atıyorlardı. Belli ki birkaç gün birikiyordu kabuklar. Kocaman bir tepe oluyordu. Bembeyaz bir dağ. Kırılgan,yaşayan,en imkansız masalda bile rastlanması mümkün olmayan. Donakalmıştım beyaz dağın karşısında. Babamın elini omuzumda hissedene kadar gözlerimi ayıramamıştım.
Kamyoncu olmaya o gün karar verdim. Televizyon tamircisi oldum sonra.

Babam sert görünüşlü, yakışıklı bir adamdı gençken. Beni severdi biliyorum ama sevgisini gösteremezdi hiç. Dokunmazdı, dokunamazdı bana. Üzerinde takım elbisesi, bir eli benim sırtımda çektirdiğimiz siyah beyaz fotoğraf cüzdanımda. Ama elim ulaşmıyor cüzdanıma. Pompayı bırakamam. Upuzun parmakları, ince bileği, yanağındaki gamzesi. Çam ağaçlarının önünde çektirmiştik fotoğrafı. Nereden aklıma geldi bilmem, ilk fırsatta, elim ilk boş kaldığında bakacağım fotoğrafa.
Evimizin önünde bulduğumuz yaralı güvercine balkonda bakmama izin vermişti babam. Hiçbir  şey için tutturmazdım ben. Ama o güvercine bakmayı çok istemiştim.
Hiçbir şey yemiyordu güvercin. Açlıktan öleceğini düşünüp korkuyordum. İki parmağımla gagasını sıkıp ağzından içeri bir darı tanesi atıyordum aklıma geldikçe. Sonra güvercin öldü. Gömemedim güvercini. Neden öldüğünü çok merak ediyordum. Traş jiletiyle boğazını kestim ölüsünün. Ölüm nedenini anladım o an. Gagasından içeri attığım darı taneleri midesine hiç gitmemişti. Boğazında sıkışıp şişip kalmış, boğmuştu onu. Nefessizlikten ölmüştü güvercinim. Boğmuştum onu. Merak etme amca, seni nefessiz bırakmayacağım. Seni asla bırakmayacağım.

Bırak be oğlum, değmez dedim sana. Bırak gideyim. Öldüm ben, sen de biliyorsun bunu. Ya da vazgeçtim bırakma, ölümüm senin elinden olmasın. Böyle hatırlama beni. Hatta hiç hatırlama. Ne yapalım, bu gece ikimiz de buradayız.
Çok yoruldum, çok uykum geldi. Uzandım amcanın yanına. Biri genç, biri yaşlı – ve ölü – erkek yanyana, yüzyüze yatıyoruz. Aramızda bir pompa var sadece. Gözlerimin kapanmasına engel olmalıyım.
Uyuyakalmışım. Ne zamandır uyuyorum? Sadece bir dakika olmuş neyse ki. Amca bir dakikadır nefessiz. Gözünün kenarında babamınkine benzeyen kırışıklıklar üzerinden gözyaşları akıyor.

Ağlamıyorum oğlum, ağlayamam ben. Vücudum sıkıntıya girdi sadece, basit bir tepki.

Sabah oldu. Gecenin atıllığı, yalnızlığı bitti. Uzman, Hoca ile birlikte içeri girdi. Tüm hastaların durumu ile birlikte benim hastamı da anlattı ona. Sınıf arkadaşlarım ne yaptığıma baktılar. Hoca, arkasındakilerle çıkarken bir an durdu. Ne zamandır burada, bu halde olduğumu sordu. Tamam artık bırak dedi sonra. Pompayı bir başkasının eline tutuşturdu. Sonra beyin ölümü ile ilgili birşeyler anlattı. Pompanın yeni sahibi nefretle baktı bana.
Tamam artık, yolun sonu. Ölümüm bu çocuğun elinde olacak. Gidebileceğim artık. Hoşçakal.
Ertesi sabah kantinin kapısında karşılaşkım pompanın yeni sahibiyle. “Bıraktın değil mi? Yapmadın. Sadece gülümsedi bana. Acil odasında, bir gece önce yattığı boş yatağın başında vedalaştım onunla.
“Hoşçakal!”