25 Aralık 2011 Pazar

SANAT: SADECE ÇOCUKLARA..

Tüm bunları düşünmem ve yazmam, yani herşey; her Cuma olduğu gibi bu Cuma da kızımın okul çantasını açıp ödevleri ile birlikte hafta sonu okuması için okuldan gönderilen kitabı bulmam ve can sıkıntısından o uyuduktan sonra kitabı okumamla başladı. Bünyemde okuldan hafta sonu için gönderilen kitaplara karşı bir tür negatif duyarlılık zaten başlamış ve kendimce konuyu sessizce takibe almıştım ama bu hafta sonu iplerin koptuğunu söyleyebilirim.

Elbette ki çok küçük bir ihtimalle de olsa başımı ağrıtmak istemediğimden kitabın adını, sanını yazmayacağım. Bu küçücük hikayenin yazarı kariyeri boyunca birçok okulda edebiyat öğretmenliği yaptığını, çocuk öyküleri roman ve oyunlar yazdığını, bu yazdıklarından bazılarının ödüle değer bulunduğunu, TRT"de birçok oyununun yayınlandığını belirtmiş özgeçmişinde.Yazar; köyde yaşayan bir aile, oğulları - biz ona Ali diyelim- Ali"nin çok sevdiği köpeği ve buzağıları ile ilgili son derece sıradan bir hikaye anlatıyor ki sıradan olması elbette sorun değil. Bilindiği üzere yazının en iyi örnekleri sıradan hikayeler anlatır, önemli olan hikayenin nasıl anlatıldığı yani biçimdir. Sadece birkaç cümle paylaşacağım kitaptan.

" Ali annesine sokuldu, boynuna sarıldı, cilveler yaptı, onu öpücük yağmuruna tuttu,. Koparılması zor bir isteği olduğu zaman hep böyle yapardı."

Birkaç cümle sonra:

" Ali mışıl mışıl uyuyordu. Uyurken öyle sevimliydi ki... Uzun kirpikleri, ince dudakları, pembe yüzü annesinin gözüne bir başka gözüktü. Onu uyandırmaya kıyamadı. Bir süre oturup başında bekledi. Sonra eğildi, öpe koklaya hafifçe sarstı."

Şimdi " Ne var bunda, sevgi dolu bir aile işte" deyip benim algımda bir sakatlık olduğunu düşünebilirsiniz ki bunun gerçek olmasını içtenlikle dilerim ve sakatlığımla kesinlikle baş edebilirim. Ama ilerleyen sayfalarda Ali"nin babası annesine şöyle der ki bu söylemde sevgi dolu aileye gölge düşüren birşeyler var gibidir.

" - Amaan be kadın. Sana söz anlatmak öyle zor ki. Uzatma artık."

İştahı kabarmak, doymak bilmemek, sütten çatlayacak gibi olan memeler, süt dolu memelerin bacakların arasına sığmaması, buzağının annesinin memelerine saldırması, ineğin ise onun tüylerini kendinden geçercesine yalaması gibi ifadeler özellikle anne oğul arasında kitap boyunca uçuşup durdu.

Kitabın 7- 11 yaş için yazıldığı da hesaba katılıp bunun bir Yaşar Kemal romanı olmadığı düşünülürse bu ifadelerin bu yaş grubu çocuklar için biraz fazla olduğu söylenebilir mi acaba? Ki bu zorluğu kitabı kızımla okurken yaşadığımı, onun sürekli "anne burada ne demek istiyor? gibi sorularını yanıtlarken çektiğimi söyleyebilirim.

 Bu ifadeler içindeki "sakatlığı" benim adli bilimciliğim ve yazıda alt metin okuma pratiğimin aşırı gelişmiş olmasına yorsak bile en iyimser yorumla bu kitap gerçekten kötü yazılmış.

Birçok örneği gibi...

Çocuk edebiyatında iyi bir eserle karşılaşmak çok zor. Yazılmış çoğu kitap ya biçimsel olarak çok sığ, adeta çocukların uçsuz bucaksız hayal dünyalarını cahilce hiçe sayıyor, ya da kısa yoldan birşeyler öğretmek derdinde, didaktik söylemle birlikte sıkıcılığın sınırlarını zorluyor.


Tüm bu kitapları okurken ya da onlara kitapçılarda göz atarken biz yetişkinlerin çocukların hayatlarına temas ederkenki "üstünkörü" tutumumuzun izlerine rastlıyorum. Onları sık sık fiziksel olarak gelişmemiş yani küçük insan taslaklarıymış gibi değerlendiriyoruz. Çocuklarımıza yemek yedirme korusundaki manyaklığa varmış aşırı hassasiyetimizi onların hayatlarının diğer alanlarına göstermeyerek ikili bir tutum sergilemekte beis görmeyebiliyoruz. Tıpkı misafir geldiğinde kendi rahatımızı düşünüp onları mutfakta ağızlarına birşeyler tıkarak doyurmak, kendimizin asla giymeyeceği desenlerde, renklerde vs. zevksizce giydirmek, onları duymamak, onlarla gerçekten sohbet etmemek ama en önemlisi hayal güçlerini küçümseyip karınlarını doyururken ruhlarını beslemeyerek yaptığımız gibi...

Saki"yi bilir misiniz? Ben üniversite yıllarında bir dizi tesadüf sonucu bulmuştum onu. Asıl adı Hector Hugh Munro. Saki takma adını rubailerden almış. Enteresan bir adam. Çok tuhaf ama bir o kadar da şaşırtıcı ve güzel hikayeleri var. "Masalcı Amca" adındaki hikayesinde tam da bu durumla yani yetişkinlerin çocukların dünyasını algılayamaması ile kafa buluyor.




Hikaye bir tren yolculuğu sırasında mürebbiyeleri tarafından bir türlü susturulamayan birkaç yaramaz çocuğu susturmak için onlara son derece sıradışı ama hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir masal anlatan bekar genç bir erkek yolcuyu ve elbette masalın kendisini konu ediniyor.

Ben 12 yaşındayken Bursa'ya TRT Çoksesli Korosu" sadece iki konser için gelmişti. Aynı gün bir matine bir suare. Ben profesyonel bir koroyu izlemeyi o kadar çok istiyordum ki babam her iki konser için de bilet aldı. Öğle saatlerinde olana yalnız gidecektim, akşamsa annem ve babamla birlikte. Gerçekten mutluluktan havalara uçmuştum. Bursa o zamanlar bugünkü gibi "küçük İstanbul" değildi, gerçek bir taşra kentiydi. Matineye gitmek için saatler öncesinden hazırlandım, en iyi kıyafetlerim olduğunu düşündüğüm kadife bir etekle beyaz bir gömlek giydim. - Gençken gerçekten çok kötü giyiniyordum, bu kötülüğün izlerini hala üzerimde görebiliyorum.- Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosunun koltuklarındaki yerimi erkenden alıp heyecanla konserin başlamasını bekledim. Konser başladıktan yarım saat sonra koro üyelerinde gözle görülür bir gevşeme olmuştu. O anda partisi olmayanlar aralarında sohbet ediyor, hatta şakalaşıyorlardı. Bunun sebebinin matineye okulların yani çocukların gelmesi olduğunu akşam konserinde anladım. İzleyicilerin yetişkin olduğu akşam seansında öğle saatlerindeki korodan eser yoktu. Çocuk olduğumuz için bizi ciddiye almamışlardı. O anki kalp kırıklığımı hala hatırlıyorum.

Ama kitaplar konusunda gerçekten şanslı bir çocuktum. İyi kitaplarla karşılaştım. Okuduğum ilk çocuk romanını asla unutmadığımı bugün kızımla birlikte yaptığımız okuma sırasında gözlerim dolarak fark ettim. O kitabı onlarca kez okumuştum.

Bugün ayrıca bir okuma önerisi yapmayacağım. İlk önerim bulunması neredeyse imkansız da olsa çocukluğum un ilk romanı olan " Çocuklar Yönetimde"  Küçük bir araştırma yaptım kitap hakkında. Meğer kitap sosyalist bir çocuk romanıymış. İsveç"te bir anaokulunda çocukların sıkıcı oyun ve faaliyetlerden bıkması sonucu yaptıkları başkaldırıyı, anne baba ve öğretmenlerini rehin alışlarını kendimden geçerek okuduğumu hatırlıyorum. Bugün tekrar okudum kitabı. Neredeyse aynı hazzı aldım. Karin öğretmenin kendini tramvay olarak gördüğü rüya, gece ve gündüzün çekişmesi, yoğurt savaşları, kitabın sonunda kralın çocuklardan korkup pes ederek kaçması...
Yazarın adı Gunnar Ohrlander ama Gormander takma adını kullanıyor. Ktabın künyesine de göz attım. Erdal Öz yayına hazırlamış. Arkadaş yayınlarından çıkmış ve son baskısını 1976"da yapmış.

İlk fırsatta yazlık evimizin çatısını didik didik arayacağım. Kızıma okutmak için sabırsızlanıyorum. Ve elime alıp tekrar koklamak için.

İkinci önerim benim jenerasyonumda kitap okuyan her eski çocuğun tahmin edebileceği gibi Samed Behrengi.. Özellikle de Küçük Kara Balık... Defalarca kez baskısı yapıldığı için bulmak kolay. Geriye ilk kez ya da bir kez daha okumak kalıyor.




Çocuklar su katılmamış gerçek bilgelerdir. Büyürken bilgelik yok olur. Çocukken okuduğumuz gerçek kitaplar bilgeliğin anısını ya da izini ömür boyu içimizde taşımamızı sağlar. Ruhlarımızı inceltir, algılarımızı açar. Belki de biz yetişkinlerin yapması gereken tek şey en azından onları ağızlarından beslemek kadar iyi kitaplarla karşılaşmalarına yardımcı olmak.

Ve içlerindeki bilgeliğe, uçsuz bucaksız yaratıcılığa saygı ve hayranlık duymak...

20 Aralık 2011 Salı

SAĞLIK ÜZERİNE UYDURULMUŞ MİTLER: ÜŞÜME, DETOKS, ALERJİ VS...

İnanılmaz gelebilir ama hayatımda gerçekten üşüdüğüm an sayısı bir elin parmaklarını geçmez. O anları hatırlıyorum da, sanki üşüme tüm bedenimi ele geçirmiştir. İnsanın saçları üşür mü? İşte benim o anlarda saçlarım bile  üşür. Birçok insanı üşüten –pencerenin açık kalması, iki kapı arasında “cereyanda” kalma, “ vücudumun bir bölümüne,-genellikle bel bölgesidir burası – yel girmesi (ne demekse?) nedenlerle üşümem ben. Bu anlardan bir tanesini hatırlıyorum da, ortaokul yıllarında Uludağ’da yapılacak uluslararası bir kayak şampiyonasının açılışına işgüzar valinin emriyle kalabalık yapmak amacıyla götürülmüştük.  Bacaklarımızda ince çoraplar ve üzerimizde okul formasıyla sporcu kortejinin gelmesini beklerken, yarım saat sonra bir metre karın içindeki bacaklarımızı hissetmemeye başlamıştık. Yaklaşık üç saat sonra, üzerlerinde kaz tüyü montları, atkıları ve eldivenleriyle birlikte sporcular geldiğinde, morarmış dudaklarımıza ve birbirine çarpan çenelerimize şaşkınlıkla baktıklarını anımsıyorum. O gün gerçekten üşümüştüm. (Şimdi hatırladım da yine aynı valinin isteğiyle aşırı sıcak bir gün Naim Süleymanoğlu’nu karşılamıştık. Bu adamın bize bir kastı mı vardı acaba? Arkadaşlarımın yarısının sıcaktan bayıldığını hatırlıyorum. Bir de Ziya Ül –Hak karşılaması var ki onu hatırlamaya bile kalbim dayanmıyor.)

Konumuza dönersek...
Bugün artık üşümenin hayat alışkanlıkları ile ilgili olduğunu düşünüyorum hatta buna eminim. Hayatınızda kaç kez “Oğlum, kızım üşüyeceksin, üzerine bir şey giy, ayağına çorap giy, atkını tak!” cümlesini duyduğunuzu düşünsenize. Muhtemelen yüzlerce kez. Size adeta üşümeniz gerektiği öğretilmiştir.
Yaz aylarında sokakta yürürken gördüğüm bebeklere gerçekten içim acıyor. Otuz beş derece sıcakta üzerlerindeki örme orlon hırkalara, kapalı ağızlarına, üst üste giydirilmiş kalın çoraplarına şaşkınlıkla bakıyorum. Hatta bazen bakamıyorum çünkü tüm bu kılığın üzerine örtülmüş olan ve bebeğin hava alışını tamamen engelleyen battaniye ya da naylon örtülerden onları görmem mümkün olmuyor. (Bu vesileyle doğduğum günden itibaren bana hiçbir şartta atlet giydirmeyen anneme teşekkür ediyorum.)
Toplu taşıma kullanmayı seven ve destekleyen biri olarak, sırf diğer yolcuların bitmez tükenmez üşümeleri yüzünden otobüsü veye minibüsü terörize etmişliğim çoktur. Otobüslerde camlar Ağustos ayı dışında neredeyse hep kapalıdır. Dolmuş ve minibüslerin cam açma mekanizmaları zaten kullanılmadıkları, ya da bu ortamlarda pencere açmak şoförün yetkisindeymiş gibi iptal edilmiştir. Böyle taşıtlara bindiğimde benden başka havasızlıktan şikayet eden olmaz. Ben de önce nezaketle, ardından tüm yolcuların nefretini kazanma pahasına kavga çıkararak en az bir camı açtırırım.
Sonuç olarak üşümekten neden bu kadar korktuğumuzu hiçbir zaman anlamış değilim. Hasta olma ihtimalinin soğuk havadan değil, herkesin soluk alıp verdiği ve hava sirkülasyonu olmadığı için bakterilerin üremesi için ideal sıcaklıkta kalan otobüs olduğunu anlattığım yolculuklarım bile olmuştur.
Yine öğrencilik yıllarımda, sıkça yaptığım İstabul – Ankara tren yolculukları ise benim nadiren üşüdüğüm anları içerir. Trenlerde kalorifer yakmak devletin bir kurumu olan TCDD’de ancak üst yazı ile olabildiğinden Kasım başında trende donma tehlikesi atlatmışlığım, -o günü hatırlıyorum, bir adam soyunmuş vücudunu gazete kağıdıyla sarmış, üzerine kıyafetlerini yeniden giymişti.-, Mayıs ayında ise cayır cayır yanan kaloriferler nedeniyle baygın düştüğüm çok olmuştur. (Bu şartlarda bile kimse cam açtırmaz)
Aslında insanın üşümekten bu kadar korkması,  ya da hastalanma korkusuyla kendini kat kat sarması, bende vücudunu çok da ciddiye almadığı hatta önemsemediği izlenimini yaratmıştır hep. Aslında vücut çoğu kez akıldan ve duygudan bağımsız bir mekanizmayla çalışır. Beyninizdeki ısı ayanlama merkezine, damarlarınızın ortama göre genişleyip, büzülmesine güvenebilirsiniz oysa. Tıpkı detoksa yüklenen aşırı anlamdaki sakatlık gibi.
Bazı arkadaşlarım kendilerine zaman zaman kesinlikle postmodern bir trendden ibaret olan detoks programları uyguluyorlar. Çiğ sebzelerin ve bitkilerin sularını içeren iğrenç sıvılar içiyorlar. Bir hafta boyunca tuhaf şeyler yiyorlar, saunaya falan giriyorlar. Bunu da kötü yaşam biçimlerinin, beslenmelerinin, alkol tüketimlerinin, egzersiz yapmamalarının vücutlarında yarattığı kötü etkileri ve içlerinde biriken “zehirleri” atmak için yaptıklarını iddia ediyorlar. Hatta bunları planlayan ve öneren birtakım insanlara gidip ciddi paralar  ödüyorlar.
Ne mutlu bize ki vucuttaki gerçek detoks için bunlara ihtiyacımız yok, çünkü bu bizim irademize kalsaydı muhtemelen ölürdük. Karaciğer gibi bir organımız olduğu için şükretmeliyiz. Bunun yerine ilkokuldan beri hepimize öğretilen sağlığımıza dikkat etmekle ilgili aslında sihirli olmayan ve sıkıcı bilinenleri uygulayarak kendimize ve karaciğerimize yardım edebiliriz. Ama artık kimse sıradan doğrulardan hoşlanmıyor. Herkes mucize peşinde koşuyor.
Alerji meselesi ise biraz daha karmaşık görünüyor. Gerçek alerjinin varlığına, bunun hayatı çok kötü etkilediğine ve alerjinin mekanizması karışık ve kriterleri kesin olmayan yapısına inanmakla birlikte, varlığının özellkle birtakım kadınlardaki nevrozun dışa vurumu yada hastalığı hayat dinamiği yapmanın mükemmel bir örneği gibi algılıyorum. Gerek mesleğim gereği yaptığım alerji sorgulamaları, gerekse normal hayatımda gördüğüm “alerji vakaları” bana gerçekten biraz uzakmış gibi görünüyor. Artık azımsanamayacak kadar çok insanda – üzgünüm ama özellikle de kadında – sağlıklı olmaya karşı alerji olduğunu düşünüyorum.
Modern çağda hasta hekim ilişkisinde çok dillendirilmeyen bir özellik oluştu sanki. Özellikle internet yardımıyla kendisine tanı koymakta çok mahirleşen hasta, şikayetiyle –aslında kafasında kendine koyduğu tanıyla – hekime gidiyor. Artık hastaların hekimlerinin kararlarını ve hatta tedavilerini belirlemede gizil bir gücü var. Hastalar semptomları dayatıyor, hekimler zorlama tanılar koyuyor. Tabii kapitalist sistem ve onun vazgeçilmez unsuru olan ilaç firmaları da bu durumu çılgınca pompalıyor. Sonuçta kehanet kendini gerçekleştiriyor.
Üşüyün birşey olmaz, kendinizi dinç hissedersiniz, bir bakmışsınız artık üşümüyorsunuz, Terli terli su için böylece terleyerek kaybettiğiniz sıvıyı yerine koymuş olursunuz. Camları açın, havalansın bulunduğunuz ortam. Özel sağlık sigortanız var diye poliklinik poliklinik, doktor doktor dolaşmayın.
Çocuklarınız ve siz hastalanın ayrıca. Sizi öldürmeyen güçlendirir derler ya. Bırakın vücudunuz baş etmeyi öğrensin.
Kısacası vücudunuza güvenin. O işini bilir...

* Okunmazsa birşey kaybedilmeyecek kitap önerileri
Ruh Üşümesi - Adalet Ağaoğlu


6 Aralık 2011 Salı

KLASİK MÜZİK ÜZERİNE FİKİR UÇUŞMALARI 1

Üzgünüm.


Öleni yazıyla anmaya kalkanların hep düştüğü tuzaktır onu anlatırken aslında kendilerini anlatıyor olmaları..  Hayatta kalanların bencilliklerini ölüm karşısında bile rafa kaldıramamaları.. Bu yazıları okumak beni çileden çıkarır.. Ama şu an, bu tuzağa bile isteye düşeceğim.

Onu bir kez dinleme fırsatım olmuştu. Aynı gün içinde bir prova bir de konser.. Kuliste tüm zarafetiyle gülümseyerek bakmıştı bana fotoğrafını çekerken. Ölümünü duyunca içimde birşey sızladı.

O günü ve onun konserini düşünüyordum en son.. Bir bakmışım ki üç beş yıl önce beni elimde fotoğraf makinesi, şehrin senfoni orkestrasının kulisine, sahne arkasına, provalarına götüren düşünceye varmışım.

Bugün biraz kolaya kaçıp, birkaç yıl önce yazdığım bir yazıyı kopyalıyor sonra da "Klasik Müzik Üzerine Fikir Uçuşmaları 2" nin düşünsel ısınma turlarını atmaya başlıyorum.


                   “SHINE’DAKİ BAŞROL”ÜN SURETİ *

Deliliğin uzun ince yoluna girmiş kişi, hele bir de o yoldan geri dönmüşse, —ki bu durumda biz ona yarı-deli diyebiliriz— “normal” olduğu tescilli olanları hem korkutur hem meraklandırır. Geri dönmüş olduğu için meraklandırır, geri dönüş vizesi aldığına göre, normal kişi onunla iletişim kurabilecektir. Onun hareketlerini izlemek, arada öte tarafa kaydığı anları tesbit etmek keyiflendirecektir onu. Tehdit de yoktur ne de olsa, normal insanlar güvende olmak ister. Eğer karşısındaki yarı deli değil de gömleğiyle dolaşan bir komple deli olsaydı, hiç düşünmeden, bir refleks sonucu karşı kaldırıma çoktan geçmişti. Belki ona göstermemeye çalışarak dönüp bakardı, o kadar. (Deliler bu bakışlarla dalga geçmeyi nasıl da iyi bilir, normaller bunu gözden kaçırır oysa.) Normalin, adımlarını hızlandırmış, konumunun ayrıcalıklarını içinden sayarak rahatlayan kaçısında onu arkasındakiyle eşitleyen bir şeyler yok mudur?

Yarı-deliyi, yani normallerin erişemeyeceği o kör noktaya gidip ölmüş, sonra mucizevi biçimde dirilip oradan bir şeyler alarak geri dönmüş kişiyi izlemek neredeyse herkesi rahatlatır. Çünkü onu izlerken, öldükten sonra ne olacağının bilgisine ermenin imkânsızlığı yok oluverir. Ne de olsa bir kez ölmüştür o, varlığıyla mucizenin teminatıdır. Geri dönerken, normallerin elinde olmayan o ne olduğu açıklanamaz şeyi getirmenin rahatlığıyla bakar bir an, delip geçerek... Korkutan işte onun bu bakışıdır, güldürerek rahatlatansa, bize “henüz hayatta” olduğumuzu hatırlatması...

Kendini izlettirme peşindeki filmlerin, delilik halleri ile ilgili temalara yakın durması şaşırtıcı olmasa gerek. Hollywood usulü şipşakçılık formüllerinden biri. Dâhi-deli sokağına rehberli turlar son derece güvenli ne de olsa, egzotik yoksul ülkelere giderken aşı yaptıran soylular misali böylesi filmleri izleyenler, ışıklar yanıp da perde çekilince güvenlik dolu site-yuvalarına döneceklerdir, tehlike yoktur. “Shine” da böyle filmlerden biriydi; bir piyanistin şizofreni ile manik depresif bozukluk arasında salınan hayatını anlatırken, David Helfgott’u da filmdeki aslı ve hayattaki sureti olarak ikiye bölüveriyordu.



Bu akşam Lütfi Kırdar Kongre Merkezinin konser salonunda Shine’daki adamın provasını izleme ayrıcalığım var, iki konserinin fena halde cüzdan yakan biletleri satışa çıktığı gün tükenmiş, oysa ben kucağımdaki fotoğraf makinesinin bana sağladığı ayrıcalık sayesinde en ön koltukta oturmuş, filmde Geoffrey Rush yüzüyle izlediğim David Helfgott’un provasına başlamasını bekliyorum. Şaşırtıcı biçimde onun mu Geoffrey Rush’a benzediğini yoksa aktörün m ona benzetildiğini çıkaramıyorum. Çocuk adımlarıyla piyanosunun başına geliyor. Hastalığının derin kuyusundan geri dönerken müzikle birlikte dokunuşu da yanında getirmiş olmalı, sürekli temas etmek istiyor, belki bir bakıma düşmemek için bir duvara tutunmak... Çalmadığı her an orkestra üyelerine sarılıyor, çaldığı anlardaysa belli ki hiç bitmesin istiyor. Çalarken bütün kalabiliyor çünkü, dağılmadan ve düşme tehlikesi duymadan. Bir anda kanım kaynıyor ona ve zorlukla durdurduğum bir itkiyle “Hemen onu buradan götürün, bütün salon ona gülecek yoksa” demek geçiyor içimden.

 Makineyi elime alamıyorum, onun parmağının hareketleri beni hareketsiz bıraktı. Deklanşör sesinin bütünlüğünü bozacağından korkuyorum, bir ufacık tık’la dağılıp gidebilir. Ürkerek birkaç kare çekiyorum. Bana bakmıyor ama o sesi duyduğuna eminim. Prova bittikten sonra yerinden kalkıyor, gülerek, el sallayarak, önündekileri sarılıp öperek sahneden ayrılıyor.



Konserin programı belli, filmde kullanılmış bütün eserler çalınacak. Ve elbette filmin piyanistle birlikte ünlendirdiği Rachmaninoff’un “3. Piyano Konçertosu” da. Film zaten “dünyada çalınması en zor eser” etiketini yapıştırmış ona, yargısını bir cümlede sorgulamadan kabullenmeye hazır, hazıryiyenlerin kafasına baskı unsuru gibi nakşetmiş. Geriye bu güç gösterisini ya da rekor denemesini izlemek kalıyor.

Konserin başlamasına on beş dakika kala, sahne arkasındaki dar aralıktan geniş salonu izlerken, orada neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Tek bir boş koltuk yok, birazdan bin yedi yüz kişi karşı kaldırımdan onu seyredecek. Kültür histerisinin kendini çoğaltan ve güçlendiren etkisiyle kendilerini bu salonda bulmuşlar. “Shine”daki başrolü kanlı canlı dünya gözüyle bir görmek, filmin sağlamasını yapıp rahatlamak istiyorlar. David Helfgott, üzerinde parlak kırmızı gömleği sahnede beliriyor. Kızarıyorum, yüzüm onun gömleğinin renginde, bu renkte mi eşitleneceğiz? Mümkün mü? Çekinmeden onunla konuşabilecek olsaydım eşitlenebileceğimizi kanıtlardım belki.  Salon alkıştan yıkılıyor, Helfgott alkışlandıkça zıplıyor, zıpladıkça daha çok alkışlanıyor. Sevimli, yaramaz bir yaşlı-çocuk. Koşarak sahneye girmek, onu elinden tutup oradan çıkartmak ve rahatça yaşayabileceği bir düzenin içine yerleştirmek istiyorum. Artık bunun bir konser değil bir gösteri olduğunun farkındayım. Ama o bir gösterinin içinde olduğunun farkında mı? Gösteri onun için ne anlam ifade ediyor? Bu gösteriyi hiç görmemiş olmak için bilet fiyatının iki mislini ödemeye hazırım, ama çok geç artık.

Deha ve delilik gerçekten her zaman yanyana mı? Virtüozite dehanın neresinde ikamet ediyor? Kendi içindeki kuyudan geri dönerken yanında “yarattığını” getiren kişiye ne diyeceğiz? Filmin yarattığı etkiye son cilayı çeken basın bültenleri bu şüpheleri —gerçi kimse şüphe içinde görünmüyor— bir kalemde yok ediyor. Efsane dâhinin geri dönüşü ve onun aklını alan Rachmaninoff’la tekrar hesaplaşması aynı cümle içinde kendine yer buluyor. Ama yaptığı Rachmaninoff kayıtları belli ki yaratılmak istenen etkiye ters düşecek.

Birilerinin hastalıkları, sakatlıkları hakkında konuşurken seslerimizi alçaltıp, elimizle ağzımızı kapatan bizler, bir filmle hayatı, piyanistliği hatta hastalığı ile ilgili tüm derinliği yok edilerek karikatür haline getirilmiş birinin, reklâm kampanyaları ile posasının çıkarılmasını seyrederken aslında ne seyrettiğimizin farkında mıyız? Hayatta olduğumuzu, “ölmemiş” olduğumuzu mu hatırlatıyor bize izlediklerimiz, yoksa onda olduğunu sandığımız ama bizde olmayan dehaya duyduğumuz kıskançlık, yaşadıklarının sekellerini izlerken nötrleniyor mu?
Kafamdaki sorularla tam onun önünde duruyorum. Ben sahne arkasındayım, o sahnede. Aramızda kalın bir duvar var, ama salondan gelen kahkahaları duymama engel olamıyor. “Shine”daki başrolün sureti sadece bu soruları sordurturken bile ağır bir bedel öüyor. Acaba David Helfgott beni anlar mı? O bizi anlamazken biz onun çaldığı Rachmaninoff’u nasıl anlayacağız?  

* Bu yazı Express dergisinin 109. sayısında yayınlandı. Editörlerinin müthiş yaratıcılığı ile "Normallerin Hezeyanı" başlığı atılmıştı.  Bu arada Express ve Roll kapanmadı, benim için hala yaşıyorlar.

*Okuma Önerileri
Son Nefesim - Luis Bunuel (Afa Sinema)

*İzleme Önerileri
Meeting Venüs -İstvan Szabo 1992

*Dinleme Önerileri
Tannhauser - R. Wagner




26 Kasım 2011 Cumartesi

İKEA"NIN KURŞUN KALEMLERİ VE DEPREM

İkea"yı sever misiniz? Ben oraya bayılıyorum. Çünkü içeriye adımınızı attığınız andan itibaren, uzun süreli bir alışveriş sırasında gereksinim duyacağınız her türlü sorunun çözümü üzerine kafa yorulmuş izlenimi veriyor bana. Çocuğunuzu oyun alanına bırakabilir, acıktığınızda yiyecek bulabilir, yorulduğunuzda teşhir ürünlerine oturabilir ya da yatabilir, evinizi ölçüp geldiyseniz almayı planladığınız eşyayı orada ölçer, kodunu adını sanını sizin için mağazanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş kağıtlara hemen yanlarında deste deste duran kurşun kalemlerle not edebilirsiniz.

Geçenlerde bir arkadaşım bu kalemlerle ilgili birşey anlattı.


İkea, Türkiye"nin büyük kentlerine ilk kurulduğu dönemlerde, bu kalemlerin, dünyadaki diğer İkea mağazalarına göre anlamlı bir farkla tükendiği fark edilmiş. Sadece birkaç küçük not almak için tasarlanmış, kullanırkan kağıdın üzerinde katır kutur sesler çıkaran ve amaçlanan kullanımın kısalığı ile paralel kendi boyu da kısacık olan, gerçekten iki satır yazmayı denerseniz baş parmağınıza kramplar girmesine neden olan bu kalemcikler Türk müşterilerin ilgisini fazlasıyla çekmiş. Kalemlerin en önemli özelliğinin "bedava" olmaları olduğunu da eklemek gerek elbet.



Bu bilginin beni gerçekten çok çarptığını ve üzerine düşünülmeye değer bize has toplumsal bir davranış biçimi veya hastalığın küçücük bir göstergesi olduğunu birkez daha fark ettiğimi söylemeliyim.

"Birkez daha" diyorum çünkü artık geride kalmış olsa da sözü geçen hastalığın çok daha yoğun ve acımasız seyrettiği yaşamsal formlar içinde bulunmuşluğum var.

Üniversitenin klinik öncesine ait yıllarında tüm tıp ve dişhekimliği öğrencilerinin kabusu olan bazı derslerden -mesela patolojiden- vasat olarak değerlendirilebilecek eğitim hayatıma tamamen aykırı olarak fahiş bir notla geçtim. (97) Bunu ise kaldığımı kız yurdunun hamamına borçluyum.

Gerçekten...

Tüm nüfusu 1200, oda nüfusu ise 11 olan yurtta yıkanma sistemini özetlemeliyim önce...

Öncelikle sene başında odaya, en büyük boyundan bir leğen alınır. Üzerine oje marifetiyle oda numarası yazılır.



Yurtta sıcak su haftada üç gün saat 19:00 -21:00 saatlerinde verilir. O günlerin sabahında oda sakinleri kimin akşama banyo yapacağını konuşur, banyo yapacaklar arasında dersi erken biten birine "leğen bekçisi" olarak karar kılınır. O kişi öğle saatlerinde yurda gelir. Odanın leğenini alıp hamamda uygun bulduğu bir kurnaya koyar. Ancak koyduğu kurna çok önemlidir, çünkü kurnaların üzerindeki sıcak ve soğuk su musluklarının ya biri ya her ikisi genellikle bozuktur. Ya sadece soğuk su akıyordur, ya da musluk sıcak buhar püskürtüyordur. İki musluğunn da çalıştığı bir kurnayı seçmek leğen nöbetçisinin görevidir ve ne yazık ki sıcak su musluğunu denemek borulara sıcak su verilmeden mümkün değildir. Önceki banyolarda hamamı iyi gözlemek gerekir.

Sonra nöbet başlar. Saat 13.00 - 19.00 saatlerinde bekçi leğenin başında oturur ve tuvalete gitmek ve kısa kantine gidişler dışında oradan ayrılmaz. Çünkü ayrılırsa başka bir leğen bekçisi gelir, sizin leğeninizi tekmeleyip, kendi leğenini koyar kurnaya. Sorumluluğunuz ağırdır kısacası.

İşte ben o yıllarda kurna başında çok ders çalıştım. Bu hikaye şimdi bana sevimli hatta komik geliyor ama o zamanlar çok acı çekmiştim. 

Hatta bu hikayelerin daha sevimsizini ve acısını kocamın askerlik anılarında dinlemişliğim var. Bölüğün yemekhanesinde çorba çıktığı günler, kaşıkların ortadan yok olup sadece çatal verilmesi, ya da altı kişilik yemek masalarının üzerine askerlik günlerinin altın değerindeki yemeği pirinç pilavından sadece iki tabak koymak gibi, kişinin egosunu yoketmeye, kişiliklerinin ise arkadaşı tarafından "ezdirilmesine" neden olacak akıl almaz hikayeler...

Ama öğrencisine banyo yapmayı, askerine adam gibi bir tabak pilav yemeyi reva görmeyen devlet, ara ara yaptığı gıda, yakacak yardımlarıyla sanki gönül almak istemektedir. Ancak bunu da bir ön şartla yapar: İzdiham





Sonuçta hamur gibi yoğrulup bir kıvama gelmişizdir. İçimize bir şekilde bir duygu ekilmiş, bu ekilen dallanıp budaklanıp bir yerlerimizi ele geçirmiştir. (Bunun sosyal ya da ekonomik sınıf kavramıyla hiçbir ilgisi olmadığını da söylemek gerek, hepimiz dandik kuru pasta, meyve suyu masalarının önünde itişen akademisyenler, beş yıldızlı otellerin açık büfelerinde kendinden geçen zengin insanlar görmüşüzdür.)

Artık henüz hakkımız yenmeden hakkımız yenmiş gibi hissedip davranmaya hazırız.

Marmara depreminde bir sivil toplum  kuruluşu benim de içinde olduğum bir grup diş hekimini Yalova'ya yollamıştı. Henüz deprem olalı on gün olmuştu ve bir çok yer gibi diş klinikleri ve hastaneler de yıkıldığı için depremzedelerin diş hekimi hizmetine ihtiyacı vardı. Acil ve ağrılı hasalara bakmıştık orada ve bize sponsor olan bir diş macunu firmasının ürünlerini dağıtmıştık. Diş macunu ve diş fırçası almak isteyenlerden  bazıları ezilme tehlikesi atlattığında çok şaşırmıştım. Bugünse Van'da çadır tırlarının yağmalanmasına, kimsenin evinden ve eşyalarından ayrılmamak için evinin bahçesine çadır kurmasına, ihtiyacından çok çadır almasına, hala çadır bekleyenler olmasına şaşıramıyorum.



Basında olan biteni izleyip, cık cık diye kafamızı sallayarak eleştirdiğimiz bu tablonun içinde kendimiz olsak, nasıl davranacağımızın garantisini verebiliyor muyuz?

Atalarımızın bize aktardığı göçerlik ya da aç kalma tehlikesi midir, reaya olmanın etkilerini üzerimizden atamamak mıdır yoksa ne yaparsak yapalım yerleşik devlet geleneğininin bizi adam etmeye ahdetmesi midir bilinmez. İkea"nın bedava kurşun kalemi ile fazla çadır almanın altında aynı duygunun tohumu vardır.

Belki bu topraklarda yaşamak biraz da böyle birşeydir...

*İzleme Önerileri
Dogville - Lars Von Trier 2003
Ayazda Bir Yürek -Claude Sautet 1992

* Okuma Önerileri
Büyücü - John Fowles (Ayrıntı Yayınları)


*Dinleme Önerileri
Do You Recall? - Royal Wood (The Waiting)

15 Kasım 2011 Salı

ÇİFT OLMAK, ÇİFT OLMAYI ZORLAMAK VEYA FOLİE A DEUX

Bu yazı, sonunda mutlu bir çift olmanın sırrını verecek sevgili okur...

Çift olmuş iki kişi sayesinde doğuyoruz, bir çifti izleyerek büyüyoruz, çift olmayı hayal ediyoruz, öğreniyoruz, bizi çift yapacak kişiyi arayıp duruyoruz, bulduğumuzu sanıp başarısız oluyor ama yine de yılmıyoruz, birgün kendimize göre bir nedenle birinde karar kılıyoruz.. Artık tebrikleri kabul edebiliriz.

Ait olma isteği, duygusal korunaklılık, öğrenilmiş davranılmış kalıpları, toplumsal bilinçdışının dayatmaları, ekonomi, çocuk sahibi olma dürtüsü vs.. Her ne isim koyarsak koyalım bu sistem hala çökmediğine göre daha iyi bir alternatif yok gibi görünüyor.

Peki gerçekten mutlu kaç çift tanıyoruz? , "Kol kırılır, yen içinde kalır." mottosunun en geçerli olduğu, çift olmanın güvenli ama bir o kadar da gizemli suları, seyircilerin bile fark edebileceği kadar bulanmışsa acaba bu çiftlik hali sandığımız kadar matah birşey olmayabilir mi?



Fotoğrafın 1945'de çekildiğini sanıyorum. Kadın mutlu ve gururlu görünüyor. Adam kocaman eliyle onun bileğini tutmuş. Şık giyinmişler. Acaba birkaç saniye önce ne konuşuyorlardı?

Bunu bilemeyiz ama ben son onbeş yıllarında ne konuştuklarını gayet iyi biliyorum. Hiçbir şey..
Hatta birbirlerinin yüzünü hiç görmeden aynı salonda televizyon seyretmenin bir yolunu bile bulmuşlardı. Annennemin koltuğu sobanın tam arkasındaydı ve sobanın kapağı dedemin koltuğunun anneannem tarafından asla görülemeyeceği şekilde yaz kış açıktı. Mükemmel bir ev içi yerleşim...
Dedem öldüğünde anneannem benim beklediğimden çok daha fazla ağladı. O zaman neden bu kadar üzüldüğüne çok anlam verememiştim ama şu an ortak yaşantı ne kadar sağlıksızsa yas sürecinin de o kadar sağlıksız geçtiğini biliyorum. Ve anneannem dedemin yokluğuna benim tam da beklediğim gibi çok hızlı alıştı. Şu an hayatının en güzel yıllarını onun ölümünden sonra geçirdiğini söylüyor ve öldüğünde onun yanına gömülmeyi kesin bir dille reddediyor.

Geçen sabah yürüyüşe çıktığımda şık giyinmiş, kırklı yaşlarında, işe gitmek için arabasına binmek üzere olan bir adam gördüm. Önünde durduğu evin balkonundan karısının adını çağıran sesine doğru döndü. Kadın havanın serin olduğunu üzerine birşey isteyip istemediğini sordu kocasına. -Bu arada hava kesinlikle serin değildi ve adam havaya son derece uygun giyinmişti.- Adam sertçe ama yarım ağız hiçbir şey istemediğini söyledi kadına ve arkasını dönüp arabasına binerken tüm mimik kaslarıyla kadına sinir olduğunu gösterdi. Buna şahit olmanın kalbimi kırdığını yürüyüşün ilerleyen dakikalarında fark ettim. Önce adama iyi niyetli karısına sinir olduğu için, sonra da kadına elleri hep adamın üzerinde olduğu için kızdım. Biliyorum, küçücük bir andı, ama ilişkinin sırları önüme dökülmüştü sanki. Tıpkı yaşamın küçük yalnızlık darbelerinden oluştuğu gibi (Roland Barthes), bir ilişki de sinir bozucu küçük anlar tarafından belirleniyor olabilir miydi?

Aşkla, heyecanla, kalp çarpıntılarıyla başlamış ilişkiniz, onu görmek için yollar aşan, merdivenleri beşer beşer çıkan, uykusuz kalan siz artık değişmişsinizdir ve eğer şanslıysanız bunun farkına varmayanlardan olacaksınız. Ama yine de içinizde bir yer, işlerin çok da yolunda gitmediğini bilecek. Nedenleri çok önemli değildir - ki kadınlar bunu çok önemser - ilişki ya da çift olma hali olarak tanımladığınız şey amorf, anlamsız, sınırları belirsiz, ikili duyguları içinde saklayan, zehirli bir hal alıvermiştir işte...


Ben Bakırköy meydanında üzerlerinde bu tişörtlerle yürüyen bir çift gördüm.

Bu görüntü beni yıllar öncesine götürdü, yaşadığım semtin meczup çiftini ve onlara ait bir anı gördüğümde hissettiklerimi- gördüğüm hiçbir şey beni böylesine keskin, derinden ve bir anda yaralamamıştı - hatırlattı.
Kadın orta yaşına yakın, adamsa ondan biraz daha gençti ama o kadar hırpalanmış ve bizim tanıdığımız dünyanın dışına çıkmışlardı ki, yaşlarını tahmin etmeye çalışmak bile nafile bir çabadan öteye gidemiyordu. Saçları kirden keçeleşmişti, kadın sık sık gebe kalıyordu. Onları konuşurken hiç görmemiştim. Beni geriye götüren o an... Kadın kaldırımda oturmuştu, adamsa ona sigara içiriyordu.

Hiç aralarında, isim koyamadığınız ama sinirinizi bozan, tuhaf ve sarsılmaz bir bağla adeta tüm dünyaya kafa tutan bir çift tanıdınız mı? Tek tek harika insanlar olduğunu ama yanyana çekilmez olduklarını düşündüğünüz... Birbirlerini pohpohlama konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan, ortak yarattıkları düşünce sistemi içerisinde sanki dünyanın ve hayatın tüm sırlarını çözmüşçesine rahat ve hatta bunu etraflarına küstahça dayatabilen..Ara sıra kavga ettiklerinede bile size sağ gösterip sol vurarak her zaman her şartta birbirini seçen.. Çok sıkıcı değil mi? Ama onlar çoktan "ideal çift" payesini almışlar.

Ancak ilişkilerinin dinamiğinin bir ucunda sevgi ve hayranlık varken diğer ucunda nefret ve öfke olduğunun kendileri bile farkında değildir. Öyle de olması gerekir zaten, ilişkinin sarsılmazlığı buradan gelir.

"İkiz delilik" ya da paylaşılmış psikotik bozukluk çiftin taraflarının birbirine yakın kişiler olduğu, bu kişilerin aynı sanrı sistemini paylaştığı ve en klasik alt tipinde etkin kişinin sanrısını edilgen olana aktardığı bir bozukluk. Bu tanımı ise psikiyatristlerin el kitabı yapıyor.



Böyle bir çiftin zamanında memleketin kaderini belirlemiş olması ise ayrı  bir yazı konusu olabilir.


Bu çiftleri görürseniz hemen kaçın..

Birine aşık olmak, aslında aşık olunan kişiyle çok da ilgili değil bana göre. Bu hissi birincil olarak üreten kişi, henüz olaya aşık olunanı dahil etmeden yani bir ilişki başlamadan önce aslında daha mutlu değil midir? Uykusu kaçmış, yemeyi içmeyi unutmuş, çenesi düşmüştür ama yaşam enerjisi yenilenmiştir. Renkler, kokular, görüntüler daha keskindir sanki, daha genç, daha güzel, daha yakışıklı hissediyordur kendini. (Bir tür regresyondur bu gerçekte, ilk aşka ya da çocukluğa doğru)
Ama aşık bununla yetinmez, oburca daha fazlasını ister, aşık olunanı bu hisse dahil eder ne yapıp edip.. İşte o zaman adına ilişki denen, ne idüğü belirsiz şey başlayıverir.
Bu yüzdendir ki aşık aslında en mutlu olması gereken anda yani duygusunu deklare edip karşılığını aldığı anda umduğu mutluluğu bulamadığını fark eder. Ne yapacağını bilememek, sanki bir boşluğa düşmüş gibi hissetmek bu yüzdendir işte. Aşkın güvenli sularından çıkmıştır  aşık..

İlişki başka bir şeydir kısacası...

Şimdi mutlu bir çift olmanın sırrına gelelim.

Aşkın güvenli sularından çıkıp -bir anlamda sudan çıkmış balığa dönüp- ilişkinin bilinmezliğine doğru adım atarken içinizdeki aşkın bir kısmını kendinize saklayın. Aşık olduğunuz kişiyle aranıza reel olmasa da duygusal bir mesafe koyun. Bu aşkın aslında sizinle, kendi üretiminizle ilgili olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Karşınızdakini duygusal olarak rahat bırakın, bırakın ki o da kendi aşkını korumanın ve yaşamanın bir yolunu bulsun. Bunu yaparsanız ona duygusal bir alan açmış olacaksınız.

Oburluk etmeyin...

*İzleme Önerileri
İnsan Yüreginin Haritası - Vincent Ward -1993
Out of Africa - Sydney Pollack  - 1985

* Okuma Önerileri
Dert Yorumcusu - Jhumpa Lahiri Everest Yayınları 2000
.

7 Kasım 2011 Pazartesi

APARTMAN

Nereden bakarsanız bakın onu görmeden edemiyordunuz. O çirkin morluğu ve kocaman gövdesiyle her yerden görünüyordu. Belki de tek iyi yanı oturduğunuz yeri kolayca tarif edebilmeniz. "Arkandaki, sağındaki mor site ya da otobüsten inmene bile gerek yok, E5'in hemen kenarındaki mor binalar..."
Taşınmayı hiç istememiştim, gerçek bir semtte oturuyordum çünkü, halk pazarı, balık pazarı, çarşısı, meyhanesi, deniz kenarı, ekmek fırını olan bir semtte. Buraya geldiğimden beri alışveriş merkezinden ekmek alıyordum. Bunun yanında tüm zaman ölçeğimi de alışveriş merkezi belirliyordu. Alışveriş merkezi çok tembeldi. İçinde esnaf yoktu ve benim için çok geç açılıyordu. Ben de daha sonraları adının "medeniyet köprüsü" olduğunu öğrendiğim köprüden geçip başka bir semte yürüyordum alışveriş için. Sadece küçük bir köprü geçip başka bir dünyaya adım atmak. Bu ancak masallarda olur.
İhtiyaçlarımı alıp, dükkan önü sulayan esnafa belli belirsiz gülümseyerek mor kütleye geri dönüyordum. Burada kesinlikle yaşam belirtisi yoktu. En azından benim yaşam formuma uygun...
Üçyüze yakın daire vardı sitede. Üç yüze yakın aile yani yaklaşık bin kişi. Bin kişinin mor kütleye girip çıktığına, içinde yaşadığına inanmak gerçekten zordu. Çok az insan görüyordum etrafta. Binanın ruhuna tezattı yaşamları, bina heryerden görünürken içinde yaşayanları siliyordu  sanki. Neredeydi bunca insan? Otoparktaki arabalar var olduklarının tek teminatıydı.
Yaz kış yeşil suni çimler, düzenli ekilmiş çiçekler, birkaç ağaç gözümde mor kütleyi affettirmiyordu. Bu bitkiler, birilerinin gözünü boyuyor, onlara "medeni" bir yaşamı vaad ediyordu sadece.
Sonra bu kadar insanın çöpü, suyu, elektriği, tamiratı, ısınması.. Tüm bunlar da ustalıkla ve sessizce çözülüyor olmalıydı. Burada bir tuhaflık vardı ve bunu nedense sadece ben düşünüyordum.
Evimi sınırlayan duvarlar dışında yaşam belirtisi aramaya karar verdim ben de. İlk günler mor kütle ser verip sır vermedi. Ama işten eve döndüğüm bir akşam üstü posta kutumda kocaman bir soru işareti buldum.

Bu ilk işarete pek aldırdığım söylenemezdi ama tam da benim posta kutumun üzerindeydi soru işareti. İlerleyen günlerde apartman boşluğuna - mor canavarın soluk borularından biriydi sanki- masa örtüsü silkelerken başka bir sürprizle daha karşılaştım.


Ertesi gün su saatlerini okumaya gelen adam hızla saatlerin bulunduğu dolap kapaklarını açıp kaparken, bir tanesinin içinde birer file soğan ve patates, diğerinde ise bir ergen zulası gördüm. Bir porno dergi, bir paket sigara..

Mor canavar nefes alıp vermeye başlamıştı.

O gün acelem vardı. . Ayağım, altındaki sahte çimin yarattığı ses ve dokudan farklı birşeye basınca durdum. Bir metalden çıkan sese benziyordu. Çimlerin arasına eğilip neye bastığımı aramaya başladım.Yerde küçük bir metal kapak vardı. Üzerinde de kapağı açıp kapamaya yarayan küçük bir kulp. Aşağıda ne olduğunu çok merak ediyordum ama ne kadar uğraşsam da kapağı açmayı başaramadım. Sadece birkaç santim aralayabilmiştim. Acele işimi hemen unuttum. Çimlerin üstüne uzandım. Kapağın yanındaki küçücük aralığa gözümü dayayıp kapağın neyi sakladığını görmeye çalıştım. Kimsenin beni görmeyeceğine neredeyse emindim ama otuzlu yaşlarında üstü başı düzgün bir kadının çimlerin üzerine yatmış bir kapağın altına bakmaya çalışmasının pek de normal sayılmayacağını ben bile kabul ediyordum. Vazgeçmek üzereyken bir sesle irkildim:
-"Neden bu kadar meraklısınız anlamıyorum?" dedi arkamdaki ses.
Apar topar ayağa kalkıp üstümü başımı düzelttim. Bir yandan da ne yaptığımla ilgili kabul edilebilir bir bahane arıyordum ki bu pek mümkün değildi.
-"Sadece aşağıda ne olduğunu görmek istedim." dedim.
-"Sadece aşağıda olanı değil. Biliyorum bunu. Sizi fotoğraf çekerken gördüm. Ama uzun süre neyi çektiğinizi anlayamadım. Sanırım biraz tuhaf birisiniz.
"Tuhaf" kelimesini kullandığı anda rahatlamıştım. Gülümsedim. Yirmi yirmi beş yaşlarında üzerinde siyah bir pantalon, siyah bir kazak ve süper kahramanlarınkine benzeyen siyah bir pelerin olan bir adamdı bu. O da bana gülümsedi.
-"Ben buranın güvenlik görevlisiyim, isterseniz sizi gezdiririm." dedi ve cevabımı beklemeden cebinden bir tomar anahtar çıkardı. Kapağı açtı ve içeri atladı. Şimdi onu göremiyordum. Sadece sesi geliyordu kapağın altından.
- "Korkmayın, atlayın, çok yüksek değil." dedi ardından.
Gözlerimi kapayıp, tersine bir Harikalar Diyarı hikayesine atlayan Alice gibi kendimi boşluğa bıraktım.
İçerideydim.
Nedense karanlığa atlıyor hissine kapılmıştım ama içerisi ışıl ışıldı. Birkaç metre ötemde pelerininin ucunu gördüm, arkasından koştum.
Neredeyse üzerinde yürüdüğüm çimlerin, tüm bahçenin büyüklüğündeydi girdiğimiz yer. Şaşkınlığımı gizleyemediğimin farkındaydım. Ağzım açık kalmıştı. Çünkü buranın dört tarafı hatta tavanları borularla sarılıydı. Pistonlar, çarklar çalışıyordu. Boruların üzerinde onlarca adam çalışıyordu. Saatler, ibreler, zaman zaman dışarı boşalan dumanlar arasında koşuşturup duruyorlardı. Bir kısmı mola vermiş olmalıydılar ki köşede boruları kullanarak kurdukları hamakta uyuyan bir adamın yanında bir kaçı çay içiyor, biri de gazete okuyordu. Daha önceden bir tanesini bile görmediğime emindim. İşin tuhafı bu adamlar "Medeniyet Köprüsü"nün öte yanından gelmişe benziyorlardı.
Gizemli rehberim içeride olan biteni iyice sindirdiğime ikna olduğunda girdiğimiz kapının tam karşısındaki kapıdan çıktı. Ben de onu takip ettim.
Girdiğimiz odada  -oda demek için fazla büyüktü- su tankları vardı. O kadar büyüktüler ki içinde üç kişi yüzüyordu. Beni görünce hızla havuzundan çıkıp oradan uzaklaştı.


Ben de diğerlerini utandırıp rahatsız etmek istemediğimden gözlerimi yere eğdim.
"Benim misafirimsiniz" dedi siyah pelerinli adam." Soğuk et ve elmam var, böyle buyrun." Ben onu diğer kapıya doğru takip ederken gerçekle bağlantımı kaybettiğim için korkmayı bırakıp gezintimin keyfini çıkarmaya karar vermiştim bile.
Girdiğimiz yeni odadaki buzdolabından biraz et çıkardı. Yere bağdaş kurup yemeye başladık. Gerçekten lezzetliydi. "Birkaç yer daha var size göstereceğim. Yanınıza bir elma alın." Gözüyle buzdolabının yanındaki sepeti işaret etmişti. İçinden bir elme aldım.



Apartman boşluğunun dibindeydik. Birlikte yukarı bakıyorduk. Onlarca, yüzlerce küçük banyo penceresi açılıyordu boşluğa. "Burada çok durmamalıyız. Gizli sigara içenlerin kül tablası gibidir burası. Birazdan üzerimize yanan bir izmarit düşebilir. Dikkatli olun." dedi. Yerde kırmızı bir kalp gördüm o an. İşareti tanımıştım.
"Tutunun bana."
Bir elimle pelerinini diğeriyle kolunu tuttum. Çatıya varmamız birkaç saniyemizi almıştı. Küçük kapıdan dışarı çıktık. Yangın merdiveninin en tepesine oturduk. Bana bir sigara ikram etti. Gökyüzünü, bulutları seyrettik birlikte. Yanımızda üç güvercin bir de martı vardı. Konuşmadık.


Sigaralarımız bitmiş, kuşlar uçmuştu. Hava kararıyordu. Kemerine takılı telsizden cızırtılı bir ses geldi. "On yediden yirmibire." "Olumlu" diye yanıtladı. Bana döndü. "Gitme vakti geldi, nöbet değişimi." Apartman boşluğuna bıraktı tekrar kendini. Aşağıya inerken bana "şemsiyeyi kullan" diye bağırmayı ihmal etmedi.
Hangi şemsiye?  Şaka yapıyor olmalı...

Gözlerimi kapadım, elimde şemsiye atladım. Çok da hızlı düşmüyordum sanki. Belli ki şemsiye işe yaramıştı. Etrafimdaki pencereleri izleme fırsatım bile oldu. Birinde benim yerime çığlık atılıyordu sanki.



Aşağıda beni bekliyordu. Apartman boşluğunun dibinden, buzdolaplı odadan, yüzme havuzundan, kocaman kazan dairesinden geçip ilk düştüğümüz odaya geldik. Önden o çıktı. Kapağı açıp kendini dışarı çekti ve bana doğru bir el uzandı.


Kafamı dışarı uzattiğimda hızla evlerine koşan ayakları ve ellerindeki üzerinde buraların tek alışveriş merkezinin başharfi "M" olan poşetleri gördüm, Hava kararmaya başlamış ve -güzel bir sürpriz- yılın ilk karı yağmaya başlamıştı.
"Size iyi akşamlar dilerim." dedi. "Tekrar gezmek isterseniz ben buralardayım." Başıyla beni selamladı ve hızla ortadan kayboldu.

Bazen yaşadığınızın tek kanıtı fotoğraflardır. Ancak fotoğraflara bakarak inanırsınız. Gerçeğin kanıtı surettir yani, ne tuhaf.

Asansörle eve çıkarken fotoğraf makineme baktım ellerim titreyerek. Ya boşsa, ya hiçbir şey yoksa içinde.
Görüntüler yavaşça belirmeye başlayınca derin bir nefes aldım.


*Okuma Önerileri
Taammüden Cinayet - Witold Gombrowicz

*İzleme Önerileri
Boş Ev - Kim Ki Duk (2004)
 Kumun Altında - François Ozon (2000)

2 Kasım 2011 Çarşamba

GİRİLMEYEN SALONLAR, KAPALI BALKONLAR, TUVALET MASALARI VE DİĞERLERİ...

Babaannem pasaklı bir kadındı.

Evini toplamaz, pek de temizlemezdi. Çocukların mekan ölçeği -bedenlerinin küçüklüğünden olsa gerek- farklı olduğundan küçük aklımla onun evine girmeyi hiç sevmezdim. Mutfağındaki, yatak odasındaki dolaplar üzerime devrilecek, ben de  altında kalacağım sanırdım.

Annem zaman zaman gücünü toplayıp onun evini toplar, temizler, kullanılmayan eşyaları atardı. Bunun için birkaç gün uğraşırdı ama sonuç bence pek değişmezdi. Dağınıklık, karmaşa ve kir sanki evin etine kemiğine sinmişti.

Babaannem, beklenmeyen bir misafir geldiğinde hızla oda kapılarını kapatır, misafirini apar topar "oturma odasına" sokardı.

Ama salon farklıydı.

Kapıları binbir gece masallarının girilmesi yasak odaları gibi hep kapalıydı. Ara sıra bir kaçak gibi içeri girer, müze gezercesine etrafıma bakınırdım. Üzerimdeki kocaman kristal avizenin, duvarlar üzerinde oynaşan ışıltılı yansımasını izler, "büfe"deki fincanların üzerindeki resimlere dalar giderdim. Üstü örtülü halı ve koltukları görebilmem ise ancak arife günü mümkündü. Törenleri pek seven dedem, camiden döndükten sonra hepimizin avizenin altında sıralanmasını ister, biz de sırayla bayramlaşırdık.
Çocukluğumun ilk müzesi, -babannemin salonu - kapılarını bir dahaki bayrama kadar kapatırdı.

Babannem öldüğünde, evinde bine yakın poşet bulduk. Poşetleri; bir kısmının içine küçük kumaş parçaları, düğmeler, iplikler, plastik kaplar, teller, patlamış ampüller, eski atletler, kırk yıllık etekler, kenarları sökük onlarca yastık kılıfı, altı yanmış tavalar, erimiş tencere kulpları, paslı çiviler, düzinelerce sararmış gazete, kırık tabaklar, kilolarca yastık doldurmak için kullanılan pamuk, bir ağlayan çocuk tablosu koyup attık. Poşetleri atarken içlerine bakmayı unutmadık, bulduğumuz paralarla tüm aile güzel bir yemek yedik. Pamukların içinden çıkan altın yüzük ise bulanın oldu.


Evlerimiz çok ağır, yıllar geçtikçe daha da ağırlaşıyor. "Birgün lazım olur." cümlesi genlerimize bir şekilde işlemiş. Elimiz atmıyor, sürekli alıyor.(Bir diş hekimi arkadaşım -üstelik de bir erkek- Kıbrıs'ta ucuz diye yetmiş dört parçalık porselen yemek takımı almış. Uçak saatini beklerken elinde tabaklar gezmeye başlamış. Bir süre sonra elindeki yük o kadar ağırlaşmış ki, yetmiş dört parçayı denize atmış. Hem de arkasından "tüüü" diye tükürerek..) Poşetlerimizi evden eve taşıyoruz, sonra onları bir yerlere tıkıp unutuyoruz. Evlerimiz ağırlaştıkça daha çok yere ihtiyaç duyuyoruz, o zaman da daha büyük evlerin hayalini kurarak, küçük tuvaletlerimizi iptal ediyor, balkonlarımızı kapatıyoruz.

Sahi, Türkiye"de ilk balkon kapatan kim acaba? Bu değerli şahsiyetle tanışmayı çok isterdim. Ağır hayatlarımızı sığdırmak istediğimiz bizlerin balkon kapatma furyasını bu kadar destekliyor olmamız çok anlaşılır.  İki yıl önce evime taşındığımda küçük bir mutfak büyüklüğündeki balkonumu iğrenç alimünyum doğramalarından kurtararak özgürlüğüne kavuşturdum. O sırada apartmandaki komşularımdan birkaçı tadilata nezaret etti, kafalarını sağa sola sallayarak beni kınadı. "Yanlış yapıyordum. Balkonlar kapalı olmalıydı." Neden? diye sorduğumda kayda değer bir yanıt alamadım. Son iki yazdır hayatımın en güzel balkonlu yazını geçirdim. Ceviz ağacını, kargaları, serçeleri ve oynayan çocukları izleyerek; çay, kahve, bira, rakı içerken kapalı balkonların daimi misafirleri rengi atmış viledayı, evin delikanlısının on yıl önceden kalmış ve birgün lazım olur öngörüsüyle atılmamış kırmızı üç tekerlekli bisikletini, kocanın yer bezi yapılmış eski atletini, çalışmayan küçük buzdolabını, içinde ne olduğu belli olmayan hurçları, eski sehpaları ve üzerindeki bakımsız çiçekleri, ev halkının kullanılmayan terliklerini düşündüm. Gerçekten buna değer miydi?
Balkonlarımı açık kullanmam ve büfe, sekiz kişilik yemek masası, yolluk kullanmamam nedeniyle tüm apartman tarafından "anarşist" damgası yememe rağmen (-ki bu yakıştırmadan gurur duyduğumu bu vasıtayla belirtmek isterim -) ben değmediğini düşünüyorum.

Siz hayatınızda bir tuvalet masasını efektif olarak kullanan bir kadın gördünüz mü?

Muayenede yaşamaya karar verdiğimde ve hayatımı ve eşyalarımı buna uygun düzenlemeye başladığımda bir arkadaşımın karısı "Peki tuvalet masasını nereye koyacaksın?" diye sormuştu. Onun için muayenehanede yaşamak mı yoksa tuvalet masasız bir hayat mı daha kabul edilemezdi? Hala bir fikrim yok.



Şimdi biraz hayal gücü...

Çok önemli bir görev için Hint okyanusunda bir denizaltıda üç ay yaşayacaksınız. Yanınızda neler götürürsünüz? Bu düşünceyi ve bunun eklentisi olan duyguyu kafanızın bir kenarına yazın. Sonra 100 metrekare evinize bakın.
Şimdi atmaya başlayabilirsiniz. Evinizin her köşesini hissedin. Ölü noktalardan, ayağınızı hiç bir zaman basamayacağınız alanlardan kurtulun. Küçük tuvaletinizi küçük tuvalete dönüştürün. Balkonunuza balkonluğunu geri verin.

Hafifleyeceksiniz.

* Bugün ne öğrendim?

Yukarıdaki resim, meşhur ağlayan çocuk resmi Güney Amerika ve Avrupa dolaylarında lanetli kabul ediliyormuş. Kent efsanesine göre, bu resmin bulunduğu evlerde yangın  çıkıyor, herşey kül oluyor ama resme bir şey olmuyormuş. Bu konuda toplumsal bir hezeyan bile oluşmuş ki, bu resmi toplu yakma eylemleri yaşanmış. Resmi bizim  başımıza ise Fethullah Gülen sarmış. Sızıntı dergisi bir sayısında kapak olarak kullanmış.

* İzleme önerileri
İçinde cinsellik olmayan gerçek bir aşk hikayesi- Lost in Translation -Sophia Coppola

* Okuma Önerileri
Bir başka gerçek aşkın taraflarından  Simone De Beaviour aşkı Jean Paul Sartre a ithafıyla- Tüm İnsanlar Ölümlüdür Turkuaz Kitap 2007

Gelecek yazı: İnsan Mekan İlişkisi üzerine gerçek bir hikaye




22 Ekim 2011 Cumartesi

UYKU ÖLÜMÜN KARDEŞİDİR...

"Yunan mitolojisinin uyku tanrısı Hypnose, Gece'in oğlu ve Ölüm (Thanatos)'ün ikiz kardeşidir. Kardeşi ile birlikte Hades'in ölüler diyarında yaşar. Kanatlı bir gençtir Hypnose, yorgun insanların alınlarına sihirli bir değnekle değerek, karanlık kanatları ile onları yelpazeleyerek ya da boynuzundan kişinin üzerine iksirini dökerek uyku verir. Rüyalar tanrısı Morpheus ise oğullarından biridir. "

Uyuyamıyorum.

Dört yaşındaydım. Tüm dört yaşındaki çocuklar gibi yatağımda mışıl mışıl uyuyordum. Aniden gözümü açtım. Yatağın hemen yanındaki oda kapısının açıldığını gördüm ama kimse yoktu. Kapı yavaş yavaş açıldı. Yatağımın kenarına bir el dokundu.
Elin sahibini görmek istedim ama sanki felç olmuştum. Yorganın dışında kalmış ve soğuktan buz kesmiş ayağımı bile içeri çekemiyordum. Korku ile üşüme birbirine karışmıştı. Hiç bir şekilde hareket edemiyordum.
Merakım çok sürmedi, çünkü bir cüce atladı yatağıma, küçücük ve dinç görünüşlüydü ama yüzü kırış kırıştı. Sanki yüz yaşındaydı.Çenesi, elleri kocamandı. Saçları omuzlarına değiyordu. Parmağını dudağına götürdü ve bana susmamı işaret etti. Sonra zıplamaya başladı. Zıpladı, zıpladı, odanın ellenmedik ve koklanmadık tek bir noktasını bile bırakmadı.  "Korkma!" dedi. "Sana birşey söyleyeceğim."
Korkuyordum.
Sonra bir kahkaha attı ve camı açıp atladı. Ama sesini giderek azalarak da olsa duyuyordum. Bir çocuğun oyunda söylediği tekerlemenin tonunda şöyle diyordu:
"Uykunu aldım, uykunu çaldım, uykunu aldım, uykunu çaldım, uykunu......"
Ses uzaklaştı, uzaklaştı. Sonra duyulmaz oldu. Bir daha da hiç gelmedi.
O geceden sonra bir hafta ateşli yattım. Doktorlar ne olduğun anlayamadılar.
Annem "kötü bir rüya" gördüğüme ikna etti beni.
Evet, çok kötü bir rüyaydı.
Ve yine o günden sonra etrafımda olup biteni fark etmeden uyuduğum hiç olmadı. Uyuyordum ama uyumak gibi değildi bu. Tüm seslerin, tüm devinimlerin, hatta etrafımdaki tüm enerjinin, herşeyin ama herşeyin farkındaydım.
Ben uykunun ne olduğunu pek bilmiyorum.
On sekiz yaşımdan sonra işler daha da kötüleşti.
Uyuyamadığım gibi uyutmuyordum da. Dişlerimi gıcırdattığım için yurttaki oda arkadaşlarımın bitmez tükenmez şikayetleri, evlendikten sonra kocamın sürekli evde gezmemden bıkması beni çok üzüyordu. İlk işyerimi açtığımda dört ay halının üzerinde "uyudum." Baktım uyuyamıyorum bunu paraya çevireyim dedim sonra da. Hastanelerde gece nöbetleri tutmaya başladım. Dişçi koltukları ve röntgen masalarında aylarca "uyur gibi yaptım."
Hiç uyumamam içinse en küçük bir neden yeterli oluyordu. Üzülmem, heyecanlanmam, sevinmem, hastalanmam vesaire..(Son iki haftadır hiç uyumuyorum yine, nedenini ise henüz anlayabilmiş değilim..)

Yaşım ilerledikçe durum daha da kötüye gitti.
Uyuyanları kıskanır oldum.
Nasıl uyuyorlardı? Nereye gidiyorlardı?
Benim uykularımı çalan o cüce gibi, uyuyanların odasına gizlice süzülüp onları izlemeyi başladım. Uzun uzun, gözümü kırpmadan bakıyordum onlara. Önce kızımı, sonra kocamı izledim uyurken.
Ama onların uykusunu çalamadım.
Sonra eve gelen misafirleri, benim misafir olduğum yerdeki ev sahiplerini, trende, otobüste kestirenleri. Hepsinin uykusundan bir an çalsam bir gece deliksiz uyuyabilirdim. Çalmaya başladım ben de.























Bazen yanlış anlarını çalıyorum sanırım. Onların uykusunu uyurken, onların rüyalarını görüyorum. Kan ter içinde uyanıyorum. Ama o kadar olur diye düşünüyorum sonra.

Bir sonraki yazı: Kayıp Aranıyor!

Okuma Önerileri

*Bir Aşk Söyleminden Parçalar - Roland  Barthes