20 Şubat 2012 Pazartesi

BEYİN ÖLÜMÜ

                                       Çocukluğunda kamyon şoförü olmak isteyip doktor olan bir arkadaşıma;


Her nefes alışımda zaten ölüyordum. Akciğerlerim hasta yıllardır. Havayı içime çekiyordum ama işe yaramıyordu.Sanki denizin dibine çekiliyordum.Nefesimi tutuyor,boğulmayı bekliyordum. Panik, sıkıntı, çaresizlik... Önce çırpınıyordum, sonra sanki suyun altında terliyordum. Tam ölecekken incecik bir borudan belli belirsiz hava giriyordu vücuduma. Ölmüyordum, ölemiyordum o zaman. Sonraki soluk için herşey yeniden başlıyordu ardından.
Bazen kızım, bazen oğlum, bazense her ikisi birden ben boğulurken başımda çırpınıyorlardı. Acı çekiyorlardı.Dehşet içinde yüzüme bakıyorlardı. Ama boşuna... Kim bir başkasına soluk verebilir?
Kızım doktordur. O biliyor neler yaşayacağımı, boğularak öleceğimi. Bazen gözleriyle bana ‘Keşke ölsen baba, bu son soluğun olsa.’ diyor. Ben istemez miyim sanki?

Bir trafik kazası, - üç yaralı- bir bar kavgası, -bir saçlı deri kesisi, bir kol kırığı- bir de mahalle kavgası, - kol ve bacaklarda kesikler, sıyrıklar, bir baygınlık – bir de histeri krizi... Dikiş attım, pansuman yaptım, elektro çektim. En çok da dişleri sigara ve çaydan sapsarı olmuş Uzman’la göz teması kurmaya çalıştım. Ama boşuna, bana doğru düzgün bakmadı bile. Bir iki kez bağırdı, azarladı, o kadar. Sabaha daha var. Biraz önce kalabalık sohbetlerde arada bir olana benzer bir sessizlik yaşandı acilde. Hani iştahla, birbirini dinlemeden konuşanların hepsinin bir anda susması, sonra da hep birlikte bu suskunluğa gülmeleri gibi. On dakikadır gelen giden yok. Uzman “Buralar sana emanet, ben çay içiyorum.”deyip çıktı. Buralar bana emanet. Umarım çabuk gelir, korkuyorum.

Korkuyordum ama yersizmiş korkum. Son nefesimden yani son mücadelemden sonra bir rahatlık çöktü üstüme. Sanki kaslarım gevşedi, hafifledim. Bir daha boğulmama gerek olmadığını söyledi vücudum. Sanki son kez nefes almadım da esnedim. Derin bir uykuya dalmış gibiyim.Rahatım. Kurtuldum.
Acil odasına telaşla girip çıkıyorlar. Hemşireler, bir de genç doktor. Doktor yatanın üzerine eğilmiş. Kalp masajı yapıyor. Kapının önünde bir genç kadın, bir de genç erkek bekliyor. Kadın ağlıyor. Kızım bu. Keşke ağlamasa, iyiyim ben artık. Odanın köşesinde durmuş olup biteni seyrediyorum. Doktorun alnı terden boncuk boncuk olmuş. Sürekli birini çağırıyor. Gelen giden yok. Öldüm işte, gitme vakti geldi.
Ne olurdu on dakika sonra gelseydi. Uzman buradayken. Buralar sana emanet demişti. O zaman elimden geleni yapmalıyım. Onu geri döndürmeliyim. Kapıda yakınları korkuyla bekliyor. Bugüne kadar kimseye ölüm haberi vermedim. Bu akşam da vermeyeceğim. Kalp masajı yaparken bilgilerimi tekrar tekrar gözden geçiriyorum. Atladığım birşey olmamalı. Hemşireler Uzman’ı bulamadı. Güya çay içmeye gitmişti, kesin bir yerlerde uyuyordur adi herif. “Hadi amca, dön geri.” Çocukların burada, Uzman yok, buralar bana emanet.

Gitme vakti demiştim, neden odadan çıkamıyorum? Ölmedim mi ben? Olan biteni izlemeye dalmışım. Genç doktor canını dişine taktı. Belli etmemeye çalışıyor ama çok korkuyor. Korkusunu içimde hissediyorum. Keşke yaşarken de böyle hissedebilseydim. Hayat ne kolay olurdu. Herkesin hissettiğini kendi hissim sayardım. Kimseye kırılmaz, kimseyle tartışmazdım. Ölüyor olmanın lüksü olmalı bu. Tek kelime etmiyor genç doktor. Ama sanki benimle konuşuyormuşçasına, tane tane duyabiliyorum onu. Kendini sakinleştirmeye çalışıyor, derslerde öğrendiklerini geçiriyor aklından. Kimseye ölüm haberi vermemiş, bu ilk olacak. Ölümü dillendirmeye benimle başlaması iyi,  yaşlı ve hasta bir adamım ben. Yıllardır ölmeyi bekliyorum zaten. Çocuklarım ölmemi bekliyor. Hepimiz için en iyisi bu. Genç doktor dışında.

Kalp masajını durdurdum. İki saniye bekledim. İşte oldu, kalbi atmaya başladı. Ciğerlerine kadar inen tüpün ucundaki hava pompasını sıkmaya başladım. Kalbi atıyor ya birazdan soluğu da düzelecek. Başardım işte, bu gece kimseye ölüm haberi vermeyeğimi biliyordum. Tüm kaslarım gevşedi, içimi bir rahatlık kapladı. Kendim bile inanmamıştım ama işe yaradı. Başımı kaldırdığımda Uzman”ı gördüm. Mutlu görünmüyordu. Uyumaya gitmeseydi o da. Ben elimden geleni yaptım. İyi de neden bağırıyor bana? Neden hastanın kızıyla konuşmamışım? Doktormuş. Kalbinin kaç dakika önce durduğunu biliyor muymuşum? Hastalığını biliyor muymuşum? Sağ elinin parmaklarını açmış burnumun dibinde sallayıp duruyor. “Beş dakika” diyor sürekli. “Beş dakika sonra zombi olur. Tebrikler süper kahraman, yaşayan bir ölü yarattın.” Makineye bağlamakla ilgili birşeyler geveledim ağzımda ama boşuna. Hepsinin dolu olduğunu söyledi kapıyı vurup çıkarken.
Tek başına nefes alamayacak. Nefesi ben olacağım.


Ölemedim yine, bu odaya, bu bedene hapsoldum. Çıkıp gidemiyor, devam edemiyorum. Öylece durup onu seyrediyorum. Ne kadar da mutlu olmuştu kalbim atmaya başlayınca. Elindeki pompayla bana nefes veriyor. Ne kadar sürdürebilir ki bunu? Dakikalar, saatler, günler.. Bu odanın zoraki misafirleriyiz. Bu bedenin işi bitemedi henüz.
Şu an hiçbir şey düşünmüyor. Düşünse de, ben de bu böyle ne kadar sürecek bilsem. Üzgün görünüyor. Kızım da üzgün. Kapıda vücuduma çaresiz, kararsız, bilinmezlik dolu bakıyor.

Beyin ölümü... Makineler dolu. Dünyada bir haftadan fazla yaşayan yok, hatırlıyorum. Bir hafta boyunca bu pompayı hiç ara vermeden sıkabilir miyim? Hemşireler nöbet değiştirdi, Uzman kapıda sigara içiyor, başka yaralılar geldi, dikişler atıldı. Ben buradayım, bu sandalyenin üzerinde, pompayı sıkmaya devam ediyorum. Bir elim yorulunca diğer elime alıyorum. Hatta bunu bir oyuna çevirdim. On dört dakika sağ el, on altı dakika sol el. Böylece yarım saati tamamlıyorum. Amca geleli üç saat kırk altı dakika oldu. Bir dakika ne kadar uzunmuş meğer.

Kim bir başkasına soluk verebilir demiştim ya. Yanılmışım. Bu genç doktor soluğum oldu. Devam edememek ne kötü. Bırak oğlum, bırak öldüm ben. Değmez bu yaptığına, bu kadar yorulup kolunu hissetmeyecek kadar çabalamana. Bırak beni. Hem sen hem ben gidelim yolumuza. Sen derin bir nefes al, vedalaş benimle. Sonra git evine, uyu.

Ölecek biliyorum. Nasıl olsa ölecek. Ama bırakamam. Belki makinelerden biri boşalır, belki bir mucize olur. Belki Uzman bana acır, biraz da o sıkar pompayı. Bu sonuncusuna kendim bile inanmadığımdan olsa gerek farkında olmadan gülümsedim. Sonra aklım gülümsediğimi fark edip utandı. Önümde bir adam yatıyor. Soluğu benim elimde, yarı ölü. Bense gülümsüyorum.
İyi miyim? İyiyim. Daha çok dayanabilirim. On dört dakika ne kadar uzun. Sağ kolum sabırsızlıkla dinlenmeyi bekliyor. Keşke bir dergi olsaydı, bir kitap, bir ders notu, bir sigara –sigara içmem aslında -, bir bardak çay, bir arkadaş, bir radyo... Keşke amca gözünü açıp bana bir şey söyleseydi. O zaman daha kolay dayanırdım. Kim inanır ona bakınca yaşayan bir ölü olduğuna? Gözlerinin yanındaki kırışıklık tanıdık geldi bir an. Babam uyurken aynı yerde aynı kırışıklık olur, hatırlıyorum.

Hayatımı televizyon tamir ederek kazandım ben. Hep yalnız çalıştım. Küçücük bir dükkanda, küçücük bir ışık altında, küçücük bir kutunun içine eğip başımı.  Bir de cızırtılı bir ses... Yurttan sesler korosu, polis radyosu. Küçücük bir dünyam vardı benim.
Babam kamyon şoförüydü. Bazen üç ay gelmezdi eve. Annem dertli bir kadındı. Hep hüzünle bakan gözleri, gülmeyeyi bilmeyen dudakları vardı. Beni çok severdi. Okuldan döndüğümde hamur kızartmış olurdu bana. Babamı beklerdik hep. Bir keresinde babam iki günlük bir sefere beni de yanında götürmüştü. Yaz tatiliydi. Ağustosun sıcağında nefes alamadığımız bir yaz tatili. Tüm gece direksiyon salladı babam. Uyumayacağıma söz vermiştim kendi kendime. Ama çocuk bedenim uykuya yenik düşmüştü. Sabaha karşı motor durunca bir anda açıldı gözlerim. Babam kamyonun yanında sigara içiyordu. Bir tepedeydik. Atladım kapıdan aşağı. Ayağımın altındaki otlar çıtırdadı kırağıdan. Babamla birlikte tepeden baktık Sis çökmüştü ormanın üstüne. Yüksek çamların dikenleri sisi delip geçmişti. Durgun bir gölün üzerindeki yabani bataklık bitkileri gibi görünüyorlardı. Güneş bir kaç dakika sonra  doğacaktı ama ilk ışıklarını kendini daha göstermeden yollamıştı bize. Hiç ses yoktu, çıt çıkmıyordu. Hiç konuşmadan bekledik. Bir kaç dakika sonra tüm kuşlar hep bir ağızdan ötmeye başladı. Çığlık çığlığa. Babam kamyona bindirdi beni, kendi de geçti direksiyonun başına. ‘Kahvaltı edeceğiz’ dedi. Seni sadece kamyoncuların bildiği bir yere götüreceğim. ‘Hayatında yiyeceğin en iyi menemeni yiyeceksin.”
Küçük dükkanın önüne yedi sekiz kamyon park etmişti. Babam şoförlerle, çalışanlarla selamlaştı. Beni tanıştırdı. Gurur duydum. Hem kendimle hem babamla. Önüme yeşilli, kırmızılı, sarılı rengarenk bir menemen geldi. Ömrüm boyunca mutluluğun tadı o menemenin tadı oldu bana.
Ardında tuvalet olduğunu sandığım kapıyı açtığımda gördüğümü ise hayatımda bir daha hiç görmedim. Göremezdim de. Çocuk aklımın masallarda dolaşan hayal gücü bile yumurta kabuklarından bembeyaz bir dağ göreceğini bilemezdi. Kırdıkları yumurtaların kabuklarını bu boşluğa atıyorlardı. Belli ki birkaç gün birikiyordu kabuklar. Kocaman bir tepe oluyordu. Bembeyaz bir dağ. Kırılgan,yaşayan,en imkansız masalda bile rastlanması mümkün olmayan. Donakalmıştım beyaz dağın karşısında. Babamın elini omuzumda hissedene kadar gözlerimi ayıramamıştım.
Kamyoncu olmaya o gün karar verdim. Televizyon tamircisi oldum sonra.

Babam sert görünüşlü, yakışıklı bir adamdı gençken. Beni severdi biliyorum ama sevgisini gösteremezdi hiç. Dokunmazdı, dokunamazdı bana. Üzerinde takım elbisesi, bir eli benim sırtımda çektirdiğimiz siyah beyaz fotoğraf cüzdanımda. Ama elim ulaşmıyor cüzdanıma. Pompayı bırakamam. Upuzun parmakları, ince bileği, yanağındaki gamzesi. Çam ağaçlarının önünde çektirmiştik fotoğrafı. Nereden aklıma geldi bilmem, ilk fırsatta, elim ilk boş kaldığında bakacağım fotoğrafa.
Evimizin önünde bulduğumuz yaralı güvercine balkonda bakmama izin vermişti babam. Hiçbir  şey için tutturmazdım ben. Ama o güvercine bakmayı çok istemiştim.
Hiçbir şey yemiyordu güvercin. Açlıktan öleceğini düşünüp korkuyordum. İki parmağımla gagasını sıkıp ağzından içeri bir darı tanesi atıyordum aklıma geldikçe. Sonra güvercin öldü. Gömemedim güvercini. Neden öldüğünü çok merak ediyordum. Traş jiletiyle boğazını kestim ölüsünün. Ölüm nedenini anladım o an. Gagasından içeri attığım darı taneleri midesine hiç gitmemişti. Boğazında sıkışıp şişip kalmış, boğmuştu onu. Nefessizlikten ölmüştü güvercinim. Boğmuştum onu. Merak etme amca, seni nefessiz bırakmayacağım. Seni asla bırakmayacağım.

Bırak be oğlum, değmez dedim sana. Bırak gideyim. Öldüm ben, sen de biliyorsun bunu. Ya da vazgeçtim bırakma, ölümüm senin elinden olmasın. Böyle hatırlama beni. Hatta hiç hatırlama. Ne yapalım, bu gece ikimiz de buradayız.
Çok yoruldum, çok uykum geldi. Uzandım amcanın yanına. Biri genç, biri yaşlı – ve ölü – erkek yanyana, yüzyüze yatıyoruz. Aramızda bir pompa var sadece. Gözlerimin kapanmasına engel olmalıyım.
Uyuyakalmışım. Ne zamandır uyuyorum? Sadece bir dakika olmuş neyse ki. Amca bir dakikadır nefessiz. Gözünün kenarında babamınkine benzeyen kırışıklıklar üzerinden gözyaşları akıyor.

Ağlamıyorum oğlum, ağlayamam ben. Vücudum sıkıntıya girdi sadece, basit bir tepki.

Sabah oldu. Gecenin atıllığı, yalnızlığı bitti. Uzman, Hoca ile birlikte içeri girdi. Tüm hastaların durumu ile birlikte benim hastamı da anlattı ona. Sınıf arkadaşlarım ne yaptığıma baktılar. Hoca, arkasındakilerle çıkarken bir an durdu. Ne zamandır burada, bu halde olduğumu sordu. Tamam artık bırak dedi sonra. Pompayı bir başkasının eline tutuşturdu. Sonra beyin ölümü ile ilgili birşeyler anlattı. Pompanın yeni sahibi nefretle baktı bana.
Tamam artık, yolun sonu. Ölümüm bu çocuğun elinde olacak. Gidebileceğim artık. Hoşçakal.
Ertesi sabah kantinin kapısında karşılaşkım pompanın yeni sahibiyle. “Bıraktın değil mi? Yapmadın. Sadece gülümsedi bana. Acil odasında, bir gece önce yattığı boş yatağın başında vedalaştım onunla.
“Hoşçakal!”