26 Kasım 2011 Cumartesi

İKEA"NIN KURŞUN KALEMLERİ VE DEPREM

İkea"yı sever misiniz? Ben oraya bayılıyorum. Çünkü içeriye adımınızı attığınız andan itibaren, uzun süreli bir alışveriş sırasında gereksinim duyacağınız her türlü sorunun çözümü üzerine kafa yorulmuş izlenimi veriyor bana. Çocuğunuzu oyun alanına bırakabilir, acıktığınızda yiyecek bulabilir, yorulduğunuzda teşhir ürünlerine oturabilir ya da yatabilir, evinizi ölçüp geldiyseniz almayı planladığınız eşyayı orada ölçer, kodunu adını sanını sizin için mağazanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş kağıtlara hemen yanlarında deste deste duran kurşun kalemlerle not edebilirsiniz.

Geçenlerde bir arkadaşım bu kalemlerle ilgili birşey anlattı.


İkea, Türkiye"nin büyük kentlerine ilk kurulduğu dönemlerde, bu kalemlerin, dünyadaki diğer İkea mağazalarına göre anlamlı bir farkla tükendiği fark edilmiş. Sadece birkaç küçük not almak için tasarlanmış, kullanırkan kağıdın üzerinde katır kutur sesler çıkaran ve amaçlanan kullanımın kısalığı ile paralel kendi boyu da kısacık olan, gerçekten iki satır yazmayı denerseniz baş parmağınıza kramplar girmesine neden olan bu kalemcikler Türk müşterilerin ilgisini fazlasıyla çekmiş. Kalemlerin en önemli özelliğinin "bedava" olmaları olduğunu da eklemek gerek elbet.



Bu bilginin beni gerçekten çok çarptığını ve üzerine düşünülmeye değer bize has toplumsal bir davranış biçimi veya hastalığın küçücük bir göstergesi olduğunu birkez daha fark ettiğimi söylemeliyim.

"Birkez daha" diyorum çünkü artık geride kalmış olsa da sözü geçen hastalığın çok daha yoğun ve acımasız seyrettiği yaşamsal formlar içinde bulunmuşluğum var.

Üniversitenin klinik öncesine ait yıllarında tüm tıp ve dişhekimliği öğrencilerinin kabusu olan bazı derslerden -mesela patolojiden- vasat olarak değerlendirilebilecek eğitim hayatıma tamamen aykırı olarak fahiş bir notla geçtim. (97) Bunu ise kaldığımı kız yurdunun hamamına borçluyum.

Gerçekten...

Tüm nüfusu 1200, oda nüfusu ise 11 olan yurtta yıkanma sistemini özetlemeliyim önce...

Öncelikle sene başında odaya, en büyük boyundan bir leğen alınır. Üzerine oje marifetiyle oda numarası yazılır.



Yurtta sıcak su haftada üç gün saat 19:00 -21:00 saatlerinde verilir. O günlerin sabahında oda sakinleri kimin akşama banyo yapacağını konuşur, banyo yapacaklar arasında dersi erken biten birine "leğen bekçisi" olarak karar kılınır. O kişi öğle saatlerinde yurda gelir. Odanın leğenini alıp hamamda uygun bulduğu bir kurnaya koyar. Ancak koyduğu kurna çok önemlidir, çünkü kurnaların üzerindeki sıcak ve soğuk su musluklarının ya biri ya her ikisi genellikle bozuktur. Ya sadece soğuk su akıyordur, ya da musluk sıcak buhar püskürtüyordur. İki musluğunn da çalıştığı bir kurnayı seçmek leğen nöbetçisinin görevidir ve ne yazık ki sıcak su musluğunu denemek borulara sıcak su verilmeden mümkün değildir. Önceki banyolarda hamamı iyi gözlemek gerekir.

Sonra nöbet başlar. Saat 13.00 - 19.00 saatlerinde bekçi leğenin başında oturur ve tuvalete gitmek ve kısa kantine gidişler dışında oradan ayrılmaz. Çünkü ayrılırsa başka bir leğen bekçisi gelir, sizin leğeninizi tekmeleyip, kendi leğenini koyar kurnaya. Sorumluluğunuz ağırdır kısacası.

İşte ben o yıllarda kurna başında çok ders çalıştım. Bu hikaye şimdi bana sevimli hatta komik geliyor ama o zamanlar çok acı çekmiştim. 

Hatta bu hikayelerin daha sevimsizini ve acısını kocamın askerlik anılarında dinlemişliğim var. Bölüğün yemekhanesinde çorba çıktığı günler, kaşıkların ortadan yok olup sadece çatal verilmesi, ya da altı kişilik yemek masalarının üzerine askerlik günlerinin altın değerindeki yemeği pirinç pilavından sadece iki tabak koymak gibi, kişinin egosunu yoketmeye, kişiliklerinin ise arkadaşı tarafından "ezdirilmesine" neden olacak akıl almaz hikayeler...

Ama öğrencisine banyo yapmayı, askerine adam gibi bir tabak pilav yemeyi reva görmeyen devlet, ara ara yaptığı gıda, yakacak yardımlarıyla sanki gönül almak istemektedir. Ancak bunu da bir ön şartla yapar: İzdiham





Sonuçta hamur gibi yoğrulup bir kıvama gelmişizdir. İçimize bir şekilde bir duygu ekilmiş, bu ekilen dallanıp budaklanıp bir yerlerimizi ele geçirmiştir. (Bunun sosyal ya da ekonomik sınıf kavramıyla hiçbir ilgisi olmadığını da söylemek gerek, hepimiz dandik kuru pasta, meyve suyu masalarının önünde itişen akademisyenler, beş yıldızlı otellerin açık büfelerinde kendinden geçen zengin insanlar görmüşüzdür.)

Artık henüz hakkımız yenmeden hakkımız yenmiş gibi hissedip davranmaya hazırız.

Marmara depreminde bir sivil toplum  kuruluşu benim de içinde olduğum bir grup diş hekimini Yalova'ya yollamıştı. Henüz deprem olalı on gün olmuştu ve bir çok yer gibi diş klinikleri ve hastaneler de yıkıldığı için depremzedelerin diş hekimi hizmetine ihtiyacı vardı. Acil ve ağrılı hasalara bakmıştık orada ve bize sponsor olan bir diş macunu firmasının ürünlerini dağıtmıştık. Diş macunu ve diş fırçası almak isteyenlerden  bazıları ezilme tehlikesi atlattığında çok şaşırmıştım. Bugünse Van'da çadır tırlarının yağmalanmasına, kimsenin evinden ve eşyalarından ayrılmamak için evinin bahçesine çadır kurmasına, ihtiyacından çok çadır almasına, hala çadır bekleyenler olmasına şaşıramıyorum.



Basında olan biteni izleyip, cık cık diye kafamızı sallayarak eleştirdiğimiz bu tablonun içinde kendimiz olsak, nasıl davranacağımızın garantisini verebiliyor muyuz?

Atalarımızın bize aktardığı göçerlik ya da aç kalma tehlikesi midir, reaya olmanın etkilerini üzerimizden atamamak mıdır yoksa ne yaparsak yapalım yerleşik devlet geleneğininin bizi adam etmeye ahdetmesi midir bilinmez. İkea"nın bedava kurşun kalemi ile fazla çadır almanın altında aynı duygunun tohumu vardır.

Belki bu topraklarda yaşamak biraz da böyle birşeydir...

*İzleme Önerileri
Dogville - Lars Von Trier 2003
Ayazda Bir Yürek -Claude Sautet 1992

* Okuma Önerileri
Büyücü - John Fowles (Ayrıntı Yayınları)


*Dinleme Önerileri
Do You Recall? - Royal Wood (The Waiting)

15 Kasım 2011 Salı

ÇİFT OLMAK, ÇİFT OLMAYI ZORLAMAK VEYA FOLİE A DEUX

Bu yazı, sonunda mutlu bir çift olmanın sırrını verecek sevgili okur...

Çift olmuş iki kişi sayesinde doğuyoruz, bir çifti izleyerek büyüyoruz, çift olmayı hayal ediyoruz, öğreniyoruz, bizi çift yapacak kişiyi arayıp duruyoruz, bulduğumuzu sanıp başarısız oluyor ama yine de yılmıyoruz, birgün kendimize göre bir nedenle birinde karar kılıyoruz.. Artık tebrikleri kabul edebiliriz.

Ait olma isteği, duygusal korunaklılık, öğrenilmiş davranılmış kalıpları, toplumsal bilinçdışının dayatmaları, ekonomi, çocuk sahibi olma dürtüsü vs.. Her ne isim koyarsak koyalım bu sistem hala çökmediğine göre daha iyi bir alternatif yok gibi görünüyor.

Peki gerçekten mutlu kaç çift tanıyoruz? , "Kol kırılır, yen içinde kalır." mottosunun en geçerli olduğu, çift olmanın güvenli ama bir o kadar da gizemli suları, seyircilerin bile fark edebileceği kadar bulanmışsa acaba bu çiftlik hali sandığımız kadar matah birşey olmayabilir mi?



Fotoğrafın 1945'de çekildiğini sanıyorum. Kadın mutlu ve gururlu görünüyor. Adam kocaman eliyle onun bileğini tutmuş. Şık giyinmişler. Acaba birkaç saniye önce ne konuşuyorlardı?

Bunu bilemeyiz ama ben son onbeş yıllarında ne konuştuklarını gayet iyi biliyorum. Hiçbir şey..
Hatta birbirlerinin yüzünü hiç görmeden aynı salonda televizyon seyretmenin bir yolunu bile bulmuşlardı. Annennemin koltuğu sobanın tam arkasındaydı ve sobanın kapağı dedemin koltuğunun anneannem tarafından asla görülemeyeceği şekilde yaz kış açıktı. Mükemmel bir ev içi yerleşim...
Dedem öldüğünde anneannem benim beklediğimden çok daha fazla ağladı. O zaman neden bu kadar üzüldüğüne çok anlam verememiştim ama şu an ortak yaşantı ne kadar sağlıksızsa yas sürecinin de o kadar sağlıksız geçtiğini biliyorum. Ve anneannem dedemin yokluğuna benim tam da beklediğim gibi çok hızlı alıştı. Şu an hayatının en güzel yıllarını onun ölümünden sonra geçirdiğini söylüyor ve öldüğünde onun yanına gömülmeyi kesin bir dille reddediyor.

Geçen sabah yürüyüşe çıktığımda şık giyinmiş, kırklı yaşlarında, işe gitmek için arabasına binmek üzere olan bir adam gördüm. Önünde durduğu evin balkonundan karısının adını çağıran sesine doğru döndü. Kadın havanın serin olduğunu üzerine birşey isteyip istemediğini sordu kocasına. -Bu arada hava kesinlikle serin değildi ve adam havaya son derece uygun giyinmişti.- Adam sertçe ama yarım ağız hiçbir şey istemediğini söyledi kadına ve arkasını dönüp arabasına binerken tüm mimik kaslarıyla kadına sinir olduğunu gösterdi. Buna şahit olmanın kalbimi kırdığını yürüyüşün ilerleyen dakikalarında fark ettim. Önce adama iyi niyetli karısına sinir olduğu için, sonra da kadına elleri hep adamın üzerinde olduğu için kızdım. Biliyorum, küçücük bir andı, ama ilişkinin sırları önüme dökülmüştü sanki. Tıpkı yaşamın küçük yalnızlık darbelerinden oluştuğu gibi (Roland Barthes), bir ilişki de sinir bozucu küçük anlar tarafından belirleniyor olabilir miydi?

Aşkla, heyecanla, kalp çarpıntılarıyla başlamış ilişkiniz, onu görmek için yollar aşan, merdivenleri beşer beşer çıkan, uykusuz kalan siz artık değişmişsinizdir ve eğer şanslıysanız bunun farkına varmayanlardan olacaksınız. Ama yine de içinizde bir yer, işlerin çok da yolunda gitmediğini bilecek. Nedenleri çok önemli değildir - ki kadınlar bunu çok önemser - ilişki ya da çift olma hali olarak tanımladığınız şey amorf, anlamsız, sınırları belirsiz, ikili duyguları içinde saklayan, zehirli bir hal alıvermiştir işte...


Ben Bakırköy meydanında üzerlerinde bu tişörtlerle yürüyen bir çift gördüm.

Bu görüntü beni yıllar öncesine götürdü, yaşadığım semtin meczup çiftini ve onlara ait bir anı gördüğümde hissettiklerimi- gördüğüm hiçbir şey beni böylesine keskin, derinden ve bir anda yaralamamıştı - hatırlattı.
Kadın orta yaşına yakın, adamsa ondan biraz daha gençti ama o kadar hırpalanmış ve bizim tanıdığımız dünyanın dışına çıkmışlardı ki, yaşlarını tahmin etmeye çalışmak bile nafile bir çabadan öteye gidemiyordu. Saçları kirden keçeleşmişti, kadın sık sık gebe kalıyordu. Onları konuşurken hiç görmemiştim. Beni geriye götüren o an... Kadın kaldırımda oturmuştu, adamsa ona sigara içiriyordu.

Hiç aralarında, isim koyamadığınız ama sinirinizi bozan, tuhaf ve sarsılmaz bir bağla adeta tüm dünyaya kafa tutan bir çift tanıdınız mı? Tek tek harika insanlar olduğunu ama yanyana çekilmez olduklarını düşündüğünüz... Birbirlerini pohpohlama konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan, ortak yarattıkları düşünce sistemi içerisinde sanki dünyanın ve hayatın tüm sırlarını çözmüşçesine rahat ve hatta bunu etraflarına küstahça dayatabilen..Ara sıra kavga ettiklerinede bile size sağ gösterip sol vurarak her zaman her şartta birbirini seçen.. Çok sıkıcı değil mi? Ama onlar çoktan "ideal çift" payesini almışlar.

Ancak ilişkilerinin dinamiğinin bir ucunda sevgi ve hayranlık varken diğer ucunda nefret ve öfke olduğunun kendileri bile farkında değildir. Öyle de olması gerekir zaten, ilişkinin sarsılmazlığı buradan gelir.

"İkiz delilik" ya da paylaşılmış psikotik bozukluk çiftin taraflarının birbirine yakın kişiler olduğu, bu kişilerin aynı sanrı sistemini paylaştığı ve en klasik alt tipinde etkin kişinin sanrısını edilgen olana aktardığı bir bozukluk. Bu tanımı ise psikiyatristlerin el kitabı yapıyor.



Böyle bir çiftin zamanında memleketin kaderini belirlemiş olması ise ayrı  bir yazı konusu olabilir.


Bu çiftleri görürseniz hemen kaçın..

Birine aşık olmak, aslında aşık olunan kişiyle çok da ilgili değil bana göre. Bu hissi birincil olarak üreten kişi, henüz olaya aşık olunanı dahil etmeden yani bir ilişki başlamadan önce aslında daha mutlu değil midir? Uykusu kaçmış, yemeyi içmeyi unutmuş, çenesi düşmüştür ama yaşam enerjisi yenilenmiştir. Renkler, kokular, görüntüler daha keskindir sanki, daha genç, daha güzel, daha yakışıklı hissediyordur kendini. (Bir tür regresyondur bu gerçekte, ilk aşka ya da çocukluğa doğru)
Ama aşık bununla yetinmez, oburca daha fazlasını ister, aşık olunanı bu hisse dahil eder ne yapıp edip.. İşte o zaman adına ilişki denen, ne idüğü belirsiz şey başlayıverir.
Bu yüzdendir ki aşık aslında en mutlu olması gereken anda yani duygusunu deklare edip karşılığını aldığı anda umduğu mutluluğu bulamadığını fark eder. Ne yapacağını bilememek, sanki bir boşluğa düşmüş gibi hissetmek bu yüzdendir işte. Aşkın güvenli sularından çıkmıştır  aşık..

İlişki başka bir şeydir kısacası...

Şimdi mutlu bir çift olmanın sırrına gelelim.

Aşkın güvenli sularından çıkıp -bir anlamda sudan çıkmış balığa dönüp- ilişkinin bilinmezliğine doğru adım atarken içinizdeki aşkın bir kısmını kendinize saklayın. Aşık olduğunuz kişiyle aranıza reel olmasa da duygusal bir mesafe koyun. Bu aşkın aslında sizinle, kendi üretiminizle ilgili olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Karşınızdakini duygusal olarak rahat bırakın, bırakın ki o da kendi aşkını korumanın ve yaşamanın bir yolunu bulsun. Bunu yaparsanız ona duygusal bir alan açmış olacaksınız.

Oburluk etmeyin...

*İzleme Önerileri
İnsan Yüreginin Haritası - Vincent Ward -1993
Out of Africa - Sydney Pollack  - 1985

* Okuma Önerileri
Dert Yorumcusu - Jhumpa Lahiri Everest Yayınları 2000
.

7 Kasım 2011 Pazartesi

APARTMAN

Nereden bakarsanız bakın onu görmeden edemiyordunuz. O çirkin morluğu ve kocaman gövdesiyle her yerden görünüyordu. Belki de tek iyi yanı oturduğunuz yeri kolayca tarif edebilmeniz. "Arkandaki, sağındaki mor site ya da otobüsten inmene bile gerek yok, E5'in hemen kenarındaki mor binalar..."
Taşınmayı hiç istememiştim, gerçek bir semtte oturuyordum çünkü, halk pazarı, balık pazarı, çarşısı, meyhanesi, deniz kenarı, ekmek fırını olan bir semtte. Buraya geldiğimden beri alışveriş merkezinden ekmek alıyordum. Bunun yanında tüm zaman ölçeğimi de alışveriş merkezi belirliyordu. Alışveriş merkezi çok tembeldi. İçinde esnaf yoktu ve benim için çok geç açılıyordu. Ben de daha sonraları adının "medeniyet köprüsü" olduğunu öğrendiğim köprüden geçip başka bir semte yürüyordum alışveriş için. Sadece küçük bir köprü geçip başka bir dünyaya adım atmak. Bu ancak masallarda olur.
İhtiyaçlarımı alıp, dükkan önü sulayan esnafa belli belirsiz gülümseyerek mor kütleye geri dönüyordum. Burada kesinlikle yaşam belirtisi yoktu. En azından benim yaşam formuma uygun...
Üçyüze yakın daire vardı sitede. Üç yüze yakın aile yani yaklaşık bin kişi. Bin kişinin mor kütleye girip çıktığına, içinde yaşadığına inanmak gerçekten zordu. Çok az insan görüyordum etrafta. Binanın ruhuna tezattı yaşamları, bina heryerden görünürken içinde yaşayanları siliyordu  sanki. Neredeydi bunca insan? Otoparktaki arabalar var olduklarının tek teminatıydı.
Yaz kış yeşil suni çimler, düzenli ekilmiş çiçekler, birkaç ağaç gözümde mor kütleyi affettirmiyordu. Bu bitkiler, birilerinin gözünü boyuyor, onlara "medeni" bir yaşamı vaad ediyordu sadece.
Sonra bu kadar insanın çöpü, suyu, elektriği, tamiratı, ısınması.. Tüm bunlar da ustalıkla ve sessizce çözülüyor olmalıydı. Burada bir tuhaflık vardı ve bunu nedense sadece ben düşünüyordum.
Evimi sınırlayan duvarlar dışında yaşam belirtisi aramaya karar verdim ben de. İlk günler mor kütle ser verip sır vermedi. Ama işten eve döndüğüm bir akşam üstü posta kutumda kocaman bir soru işareti buldum.

Bu ilk işarete pek aldırdığım söylenemezdi ama tam da benim posta kutumun üzerindeydi soru işareti. İlerleyen günlerde apartman boşluğuna - mor canavarın soluk borularından biriydi sanki- masa örtüsü silkelerken başka bir sürprizle daha karşılaştım.


Ertesi gün su saatlerini okumaya gelen adam hızla saatlerin bulunduğu dolap kapaklarını açıp kaparken, bir tanesinin içinde birer file soğan ve patates, diğerinde ise bir ergen zulası gördüm. Bir porno dergi, bir paket sigara..

Mor canavar nefes alıp vermeye başlamıştı.

O gün acelem vardı. . Ayağım, altındaki sahte çimin yarattığı ses ve dokudan farklı birşeye basınca durdum. Bir metalden çıkan sese benziyordu. Çimlerin arasına eğilip neye bastığımı aramaya başladım.Yerde küçük bir metal kapak vardı. Üzerinde de kapağı açıp kapamaya yarayan küçük bir kulp. Aşağıda ne olduğunu çok merak ediyordum ama ne kadar uğraşsam da kapağı açmayı başaramadım. Sadece birkaç santim aralayabilmiştim. Acele işimi hemen unuttum. Çimlerin üstüne uzandım. Kapağın yanındaki küçücük aralığa gözümü dayayıp kapağın neyi sakladığını görmeye çalıştım. Kimsenin beni görmeyeceğine neredeyse emindim ama otuzlu yaşlarında üstü başı düzgün bir kadının çimlerin üzerine yatmış bir kapağın altına bakmaya çalışmasının pek de normal sayılmayacağını ben bile kabul ediyordum. Vazgeçmek üzereyken bir sesle irkildim:
-"Neden bu kadar meraklısınız anlamıyorum?" dedi arkamdaki ses.
Apar topar ayağa kalkıp üstümü başımı düzelttim. Bir yandan da ne yaptığımla ilgili kabul edilebilir bir bahane arıyordum ki bu pek mümkün değildi.
-"Sadece aşağıda ne olduğunu görmek istedim." dedim.
-"Sadece aşağıda olanı değil. Biliyorum bunu. Sizi fotoğraf çekerken gördüm. Ama uzun süre neyi çektiğinizi anlayamadım. Sanırım biraz tuhaf birisiniz.
"Tuhaf" kelimesini kullandığı anda rahatlamıştım. Gülümsedim. Yirmi yirmi beş yaşlarında üzerinde siyah bir pantalon, siyah bir kazak ve süper kahramanlarınkine benzeyen siyah bir pelerin olan bir adamdı bu. O da bana gülümsedi.
-"Ben buranın güvenlik görevlisiyim, isterseniz sizi gezdiririm." dedi ve cevabımı beklemeden cebinden bir tomar anahtar çıkardı. Kapağı açtı ve içeri atladı. Şimdi onu göremiyordum. Sadece sesi geliyordu kapağın altından.
- "Korkmayın, atlayın, çok yüksek değil." dedi ardından.
Gözlerimi kapayıp, tersine bir Harikalar Diyarı hikayesine atlayan Alice gibi kendimi boşluğa bıraktım.
İçerideydim.
Nedense karanlığa atlıyor hissine kapılmıştım ama içerisi ışıl ışıldı. Birkaç metre ötemde pelerininin ucunu gördüm, arkasından koştum.
Neredeyse üzerinde yürüdüğüm çimlerin, tüm bahçenin büyüklüğündeydi girdiğimiz yer. Şaşkınlığımı gizleyemediğimin farkındaydım. Ağzım açık kalmıştı. Çünkü buranın dört tarafı hatta tavanları borularla sarılıydı. Pistonlar, çarklar çalışıyordu. Boruların üzerinde onlarca adam çalışıyordu. Saatler, ibreler, zaman zaman dışarı boşalan dumanlar arasında koşuşturup duruyorlardı. Bir kısmı mola vermiş olmalıydılar ki köşede boruları kullanarak kurdukları hamakta uyuyan bir adamın yanında bir kaçı çay içiyor, biri de gazete okuyordu. Daha önceden bir tanesini bile görmediğime emindim. İşin tuhafı bu adamlar "Medeniyet Köprüsü"nün öte yanından gelmişe benziyorlardı.
Gizemli rehberim içeride olan biteni iyice sindirdiğime ikna olduğunda girdiğimiz kapının tam karşısındaki kapıdan çıktı. Ben de onu takip ettim.
Girdiğimiz odada  -oda demek için fazla büyüktü- su tankları vardı. O kadar büyüktüler ki içinde üç kişi yüzüyordu. Beni görünce hızla havuzundan çıkıp oradan uzaklaştı.


Ben de diğerlerini utandırıp rahatsız etmek istemediğimden gözlerimi yere eğdim.
"Benim misafirimsiniz" dedi siyah pelerinli adam." Soğuk et ve elmam var, böyle buyrun." Ben onu diğer kapıya doğru takip ederken gerçekle bağlantımı kaybettiğim için korkmayı bırakıp gezintimin keyfini çıkarmaya karar vermiştim bile.
Girdiğimiz yeni odadaki buzdolabından biraz et çıkardı. Yere bağdaş kurup yemeye başladık. Gerçekten lezzetliydi. "Birkaç yer daha var size göstereceğim. Yanınıza bir elma alın." Gözüyle buzdolabının yanındaki sepeti işaret etmişti. İçinden bir elme aldım.



Apartman boşluğunun dibindeydik. Birlikte yukarı bakıyorduk. Onlarca, yüzlerce küçük banyo penceresi açılıyordu boşluğa. "Burada çok durmamalıyız. Gizli sigara içenlerin kül tablası gibidir burası. Birazdan üzerimize yanan bir izmarit düşebilir. Dikkatli olun." dedi. Yerde kırmızı bir kalp gördüm o an. İşareti tanımıştım.
"Tutunun bana."
Bir elimle pelerinini diğeriyle kolunu tuttum. Çatıya varmamız birkaç saniyemizi almıştı. Küçük kapıdan dışarı çıktık. Yangın merdiveninin en tepesine oturduk. Bana bir sigara ikram etti. Gökyüzünü, bulutları seyrettik birlikte. Yanımızda üç güvercin bir de martı vardı. Konuşmadık.


Sigaralarımız bitmiş, kuşlar uçmuştu. Hava kararıyordu. Kemerine takılı telsizden cızırtılı bir ses geldi. "On yediden yirmibire." "Olumlu" diye yanıtladı. Bana döndü. "Gitme vakti geldi, nöbet değişimi." Apartman boşluğuna bıraktı tekrar kendini. Aşağıya inerken bana "şemsiyeyi kullan" diye bağırmayı ihmal etmedi.
Hangi şemsiye?  Şaka yapıyor olmalı...

Gözlerimi kapadım, elimde şemsiye atladım. Çok da hızlı düşmüyordum sanki. Belli ki şemsiye işe yaramıştı. Etrafimdaki pencereleri izleme fırsatım bile oldu. Birinde benim yerime çığlık atılıyordu sanki.



Aşağıda beni bekliyordu. Apartman boşluğunun dibinden, buzdolaplı odadan, yüzme havuzundan, kocaman kazan dairesinden geçip ilk düştüğümüz odaya geldik. Önden o çıktı. Kapağı açıp kendini dışarı çekti ve bana doğru bir el uzandı.


Kafamı dışarı uzattiğimda hızla evlerine koşan ayakları ve ellerindeki üzerinde buraların tek alışveriş merkezinin başharfi "M" olan poşetleri gördüm, Hava kararmaya başlamış ve -güzel bir sürpriz- yılın ilk karı yağmaya başlamıştı.
"Size iyi akşamlar dilerim." dedi. "Tekrar gezmek isterseniz ben buralardayım." Başıyla beni selamladı ve hızla ortadan kayboldu.

Bazen yaşadığınızın tek kanıtı fotoğraflardır. Ancak fotoğraflara bakarak inanırsınız. Gerçeğin kanıtı surettir yani, ne tuhaf.

Asansörle eve çıkarken fotoğraf makineme baktım ellerim titreyerek. Ya boşsa, ya hiçbir şey yoksa içinde.
Görüntüler yavaşça belirmeye başlayınca derin bir nefes aldım.


*Okuma Önerileri
Taammüden Cinayet - Witold Gombrowicz

*İzleme Önerileri
Boş Ev - Kim Ki Duk (2004)
 Kumun Altında - François Ozon (2000)

2 Kasım 2011 Çarşamba

GİRİLMEYEN SALONLAR, KAPALI BALKONLAR, TUVALET MASALARI VE DİĞERLERİ...

Babaannem pasaklı bir kadındı.

Evini toplamaz, pek de temizlemezdi. Çocukların mekan ölçeği -bedenlerinin küçüklüğünden olsa gerek- farklı olduğundan küçük aklımla onun evine girmeyi hiç sevmezdim. Mutfağındaki, yatak odasındaki dolaplar üzerime devrilecek, ben de  altında kalacağım sanırdım.

Annem zaman zaman gücünü toplayıp onun evini toplar, temizler, kullanılmayan eşyaları atardı. Bunun için birkaç gün uğraşırdı ama sonuç bence pek değişmezdi. Dağınıklık, karmaşa ve kir sanki evin etine kemiğine sinmişti.

Babaannem, beklenmeyen bir misafir geldiğinde hızla oda kapılarını kapatır, misafirini apar topar "oturma odasına" sokardı.

Ama salon farklıydı.

Kapıları binbir gece masallarının girilmesi yasak odaları gibi hep kapalıydı. Ara sıra bir kaçak gibi içeri girer, müze gezercesine etrafıma bakınırdım. Üzerimdeki kocaman kristal avizenin, duvarlar üzerinde oynaşan ışıltılı yansımasını izler, "büfe"deki fincanların üzerindeki resimlere dalar giderdim. Üstü örtülü halı ve koltukları görebilmem ise ancak arife günü mümkündü. Törenleri pek seven dedem, camiden döndükten sonra hepimizin avizenin altında sıralanmasını ister, biz de sırayla bayramlaşırdık.
Çocukluğumun ilk müzesi, -babannemin salonu - kapılarını bir dahaki bayrama kadar kapatırdı.

Babannem öldüğünde, evinde bine yakın poşet bulduk. Poşetleri; bir kısmının içine küçük kumaş parçaları, düğmeler, iplikler, plastik kaplar, teller, patlamış ampüller, eski atletler, kırk yıllık etekler, kenarları sökük onlarca yastık kılıfı, altı yanmış tavalar, erimiş tencere kulpları, paslı çiviler, düzinelerce sararmış gazete, kırık tabaklar, kilolarca yastık doldurmak için kullanılan pamuk, bir ağlayan çocuk tablosu koyup attık. Poşetleri atarken içlerine bakmayı unutmadık, bulduğumuz paralarla tüm aile güzel bir yemek yedik. Pamukların içinden çıkan altın yüzük ise bulanın oldu.


Evlerimiz çok ağır, yıllar geçtikçe daha da ağırlaşıyor. "Birgün lazım olur." cümlesi genlerimize bir şekilde işlemiş. Elimiz atmıyor, sürekli alıyor.(Bir diş hekimi arkadaşım -üstelik de bir erkek- Kıbrıs'ta ucuz diye yetmiş dört parçalık porselen yemek takımı almış. Uçak saatini beklerken elinde tabaklar gezmeye başlamış. Bir süre sonra elindeki yük o kadar ağırlaşmış ki, yetmiş dört parçayı denize atmış. Hem de arkasından "tüüü" diye tükürerek..) Poşetlerimizi evden eve taşıyoruz, sonra onları bir yerlere tıkıp unutuyoruz. Evlerimiz ağırlaştıkça daha çok yere ihtiyaç duyuyoruz, o zaman da daha büyük evlerin hayalini kurarak, küçük tuvaletlerimizi iptal ediyor, balkonlarımızı kapatıyoruz.

Sahi, Türkiye"de ilk balkon kapatan kim acaba? Bu değerli şahsiyetle tanışmayı çok isterdim. Ağır hayatlarımızı sığdırmak istediğimiz bizlerin balkon kapatma furyasını bu kadar destekliyor olmamız çok anlaşılır.  İki yıl önce evime taşındığımda küçük bir mutfak büyüklüğündeki balkonumu iğrenç alimünyum doğramalarından kurtararak özgürlüğüne kavuşturdum. O sırada apartmandaki komşularımdan birkaçı tadilata nezaret etti, kafalarını sağa sola sallayarak beni kınadı. "Yanlış yapıyordum. Balkonlar kapalı olmalıydı." Neden? diye sorduğumda kayda değer bir yanıt alamadım. Son iki yazdır hayatımın en güzel balkonlu yazını geçirdim. Ceviz ağacını, kargaları, serçeleri ve oynayan çocukları izleyerek; çay, kahve, bira, rakı içerken kapalı balkonların daimi misafirleri rengi atmış viledayı, evin delikanlısının on yıl önceden kalmış ve birgün lazım olur öngörüsüyle atılmamış kırmızı üç tekerlekli bisikletini, kocanın yer bezi yapılmış eski atletini, çalışmayan küçük buzdolabını, içinde ne olduğu belli olmayan hurçları, eski sehpaları ve üzerindeki bakımsız çiçekleri, ev halkının kullanılmayan terliklerini düşündüm. Gerçekten buna değer miydi?
Balkonlarımı açık kullanmam ve büfe, sekiz kişilik yemek masası, yolluk kullanmamam nedeniyle tüm apartman tarafından "anarşist" damgası yememe rağmen (-ki bu yakıştırmadan gurur duyduğumu bu vasıtayla belirtmek isterim -) ben değmediğini düşünüyorum.

Siz hayatınızda bir tuvalet masasını efektif olarak kullanan bir kadın gördünüz mü?

Muayenede yaşamaya karar verdiğimde ve hayatımı ve eşyalarımı buna uygun düzenlemeye başladığımda bir arkadaşımın karısı "Peki tuvalet masasını nereye koyacaksın?" diye sormuştu. Onun için muayenehanede yaşamak mı yoksa tuvalet masasız bir hayat mı daha kabul edilemezdi? Hala bir fikrim yok.



Şimdi biraz hayal gücü...

Çok önemli bir görev için Hint okyanusunda bir denizaltıda üç ay yaşayacaksınız. Yanınızda neler götürürsünüz? Bu düşünceyi ve bunun eklentisi olan duyguyu kafanızın bir kenarına yazın. Sonra 100 metrekare evinize bakın.
Şimdi atmaya başlayabilirsiniz. Evinizin her köşesini hissedin. Ölü noktalardan, ayağınızı hiç bir zaman basamayacağınız alanlardan kurtulun. Küçük tuvaletinizi küçük tuvalete dönüştürün. Balkonunuza balkonluğunu geri verin.

Hafifleyeceksiniz.

* Bugün ne öğrendim?

Yukarıdaki resim, meşhur ağlayan çocuk resmi Güney Amerika ve Avrupa dolaylarında lanetli kabul ediliyormuş. Kent efsanesine göre, bu resmin bulunduğu evlerde yangın  çıkıyor, herşey kül oluyor ama resme bir şey olmuyormuş. Bu konuda toplumsal bir hezeyan bile oluşmuş ki, bu resmi toplu yakma eylemleri yaşanmış. Resmi bizim  başımıza ise Fethullah Gülen sarmış. Sızıntı dergisi bir sayısında kapak olarak kullanmış.

* İzleme önerileri
İçinde cinsellik olmayan gerçek bir aşk hikayesi- Lost in Translation -Sophia Coppola

* Okuma Önerileri
Bir başka gerçek aşkın taraflarından  Simone De Beaviour aşkı Jean Paul Sartre a ithafıyla- Tüm İnsanlar Ölümlüdür Turkuaz Kitap 2007

Gelecek yazı: İnsan Mekan İlişkisi üzerine gerçek bir hikaye