21 Eylül 2012 Cuma

TUHAF GÜNLER


                                                                                                                   Sevgili Anneanneme,

Her zaman ölümün  çekici olduğunu düşünürüm. Ölmek değil çekici olan, ölen birine bakmak. Çünkü o anda kendi ölü bedenimize bakacakların gözlerine sahip oluruz. Ölünce bize ne olacağını merak ederiz. Nasıl öleceğimizi, nasıl görüneceğimizi... Aslında içten içe biliriz ki onurlu yaşam vardır ama onurlu ölüm yoktur. Vücudumuz iflas eder, kaslarımız yaşımımız boyunca hiç olmadığı bir hale girer, ağzımızda tuhaf bir açıklık, gözlerimizde bir pus, bir boşluk, belki idrar, dışkı kaçağı.. Bu her zaman ve hangi yaşta olursa olsun çirkindir.
Geçen hafta, anneannemin solunumu durduktan sonraki kırkbeş dakikayı yanında geçirdim. Ona uzun uzun baktım. Ağzındaki o anlamsız açıklığa, bizi “canlı” yapan her ne ise o çekilip gittikten sonra, boş bir kılıf gibi kalan vücuduna.. Ayaklarına ve ellerine dokundum “ölümün soğukluğu” denen şeyi hissetmek için. Sadece biraz üşümüş gibiydi. Saçlarını elledim, aynıydı. Kulağına eğilip “Görüşürüz” dedim. İkimizin ortak anıları için teşekkür edip, kendimi güvende hissettiğim, yalnız kalabileceğim bir yere koştum. Ancak orada ağlayabilirdim.
Döndüğümde, sedyede üstü örtülü asansör bekliyordu. Dayım  hastasını röntgene indiren bir hasta yakını gibi yanında duruyordu. Bir eli çarşafın üzerindeydi. Birkaç metre ötemizde bir adam anneannem için mırıldanarak dua ediyordu. Yanımızdan hastalar, görevliler, doktorlar geçiyordu. Bu hastane, kocaman, yaşlı, ağır ağır soluk alıp veren canlı bir organizmaydı sanki ve anneannem henüz oraya aitti.
Asansörün kapısı açıldığında, içinde hastane çalışanlarından birinin bir hastaya refakat ettiğini gördük. Tüm hastane çalışanlarında olan küstahlık ve kabalıkla “Hasta var, hasta var” deyip bizi azarladı. Asansöre binmemizi istemiyordu. Hemen yanımızda tekerlekli sandalyeki hastasını taşıyan orta yaşlı kadın “ Benim de felçli hastam var ama” dedi. Onun sesinde de  hastanelerde iş yapmanın ancak terbiyesizlik sınırında iletişim kurmakla mümkün olabileceği bilgisinin tınısı, hemen seziliyordu. Kimse bize bakmıyordu. Ben “Bizim ölümüz var” diyerek son noktayı koydum. Utancın birkaç saniyelik sessizliği asılı kaldı havada. Kadın özür diledi, hizmetli ses etmeden asansörü bize bıraktı. Ölüm, bize gündelik hayatın, pek de bilmediğimiz avantajlarından birini sağlamıştı. Asasnsöre binip gasilhaneye indik.
Ben vedamı etmiştim. Bir kez daha içeri girmeyi düşünmedim o yüzden. Kapının önünde duruyorduk. Ben ve elinde küçük naylon bir paket tutan, kıvırcık saçlı, güzel yüzlü gencecik bir kız. Şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir hali vardı. Görevli anneannemi içeri alırken bir an göz göze geldi onunla. “Babamın ayak parmakları” dedi kız, kendi söylediklerine şaşarak. “Onlara da dua edilmesi gerekiyormuş.” Görevli paketi elinden hızla alıverdi kızın. “Ben bekleyeyim mi burada?” “Gerekmez” dedi görevli. “Duası edilsin, başka bir cenazeyle gömüp hallediveririz biz.” Sonra kapıyı kapattı yüzümüze.
Kızla birbirimize baktık. “Başınız sağolsun” dedi kibar bir sükunetle. Ben ne demeliydim? “Sizin de.” dedim. Ne kadar çabalasak da durumun garipliğini silip atamamıştık. Biz de vazgeçtik çabalamaktan. Gözümüzden yaş gelene kadar, kahkahalarla güldük.
 Gasilhanede çalışmak nasıl birşeydir diye hiç düşünmemiştim o güne kadar. Ne yapar bu insanlar? “Ne işle meşgulsünüz?” diye sorulduğunda “Ölüm işiyle” mi derler? Sonra cenaze namazı kıldırmak, ölü gömülene kadar ona refakat etmek, “Ölünün başı şu tarafta olsun, tabutunun başına kadınsa yemeni erkekse havlu konsun.” demek, mezar kazımını gözleyip, gerekli tahta, çıta miktarını belirlemek ve tüm bunları olabildiğince hızlı ve rutin bir iş değil de o günkü cenazeye özgü tavırlarla yaparak acısı olan insanları rahatlatmak... İşte ben bu insanlara “Tanatolog” diyorum.
Thanatos, Yunan mitolojisinde ölüm tanrısıdır. Ölüler ülkesinin en derin yeri Tartaros’da oturur. Gelişi tahmin edilebileceği gibi acı ve keder getirir. Geç dönem Yunan mitolojisinde yakışıklı bir genç adam olarak tasvir edilir. Peki neden yakışıklılık ve gençlikle simgelenmiştir ölüm? Çünkü iyi uğruna, iyi bir ölümle sonlanmışsa yaşamımız, o zaman Thanatos gelip götürür öleni Hades’in Ölüler Diyarı’na. Thanatos Yeraltı Tanrısı Hades gibi ölüm merkezli bir tanrı değil, ölümün tam anlamıyla kendisidir. Eğer gençse, yakışıklıysa ölüm tanrısı, bu belki de ölümün biraz da yaşama dahil ve zaman zaman arzu edilen olduğunu anlatmaz mı bize?
Birkaç haftadır eski bir alışkanlığım geri geldi. Tren istasyonlarında zaman öldürüyorum. Sanki tren bekliyormuş ya da birini karşılayacakmış gibi davranıyorum. Eve varmam gereken saate göre iki ya da üç tren geçiyor ben otururken. Favori istasyonum Koca Mustafa Paşa ve Sirkeci Garı’nın yolcu bekleme salonu. Garda uyuyanları seyrediyorum. Bazen başımı duvara dayayıp beş on dakika kestiriyorum. Bir yere gitmeyeceğim halde gidiyor gibi yapmak, birini beklemediğim halde o geleecekmiş gibi yapmak arındırıyor beni. Bazen ses istemiyorum, sadece izlemek, görmek iyi geliyor. O zaman kulağıma müzik tıkıyorum. Trenler gidiyor, beklenenler gelmiyor. Ama ben bir nebze iyileşmiş oluyorum. Eve dönüyorum.
Kedim gözlerimin içine bakıyor, gözlerini bir an bile kaçırmadan. Son zamanlarda yaşadığım bu tuhaf günlerde, onun gözlerinin arkasında benimle alay eden, benim bilmediklerimi bilen bir insan olduğunu düşünüyorum.
Haiku denen küçücük, basit geleneksel Japon şiir formu, hani şu toplam 17 heceden oluşan (5-7-5), üç dizelik şiirler. Referansını doğadan alan ve haiku şairinin doğada her an binlercesi yaşanan büyülü anlara şahit olup yazdığı. Şiire yakın biri olmamama rağmen duygularımı kontrol edemediğimde okuduğum birkaç kez de yazmayı denediğim bir şifa ve arınma yolu. Türü bilenler Başo ile anarlar ama Kobayaşi İssa’nın inceliği, zerafeti yoktur onda. İssa’nın küçük kızının ölümünü anlatan haikusu şöyledir:
Çiğin ömrü-
Çiğin ömrü bu kadar.
Oysa, ah oysa
Bu küçücük şiir, bir çocuğu, bir acıyı, bir ölümü, bir pişmanlığı, yaşanmamışlıkları ve özlemi ne güzel anlatır.
Ölümü yaşama bağlamak gerek. Yazarken de, yaşarken de...
4 Temmuz günüydü. Eminönü’nde, Mısır Çarşısının önünde, kuşların ortasında vedalaşan bir adamla bir kadın görmüştüm. Kadın adamın omzuna değdi. Birbirlerini öpüp aksi yönlere yürüdüler. O an bir haiku yazmıştım avucuma.
Omzuna değdim.
Şehrin tam ortasında
Tüm kuşlar sustu
Hoşçakal sevgili anneanneciğim...