İstanbul’da birilerine altın tabaklarda
sunulan projelerin, arsaların, paraların, köprülerin uğruna ruhumuzun bile
duymadığı kaç yüz bin ağaç kesildi, kesilecek? Üçüncü köprünün yapılabilmesi
için 1 milyon 600 bin ağacın kesilmesi gerekiyor ve yarısı şimdiden kesildi
bile. Bu haber karşımıza bir şekilde çıktığında eminim içimiz cız ediyor ama bu
doğa katliamını önlemek için mücadele zorunluluğu, birkaç çevreci sivil toplum
kuruluşu ve bir avuç çılgın aktivist dışında kimseyi harekete geçiremiyor. Ta
ki, milyon küsur ağacı katleden zihniyet, kentin en büyük meydanının yanı
başındaki bir avuç ağaca göz dikene kadar. İşte o zaman yüz kişinin parkını
koruma için naif sayılabilecek gayreti kelebek etkisi misali, tüm kente hatta ülkeye
yayılıveriyor.
Bu toplumsal tepkinin-
tepkimenin nedeni, birkaç çevreci romantiğin ve Cihangir eşrafının komşuları
parktaki ağaçları koruma gayreti midir? Hiç sanmıyorum.
Öncelikle şu “Topçu
Kışlası” meselesini irdeleyelim o zaman… Topçu Kışlası 1780 yılında 3. Selim
tarafından inşa ettirilmiş. Amacı da kentin Avrupa yakasında Selimiye
kışlasının bir muadili olmasıymış. Hayatta kaldığı süre içinde İstanbul’daki
önemli binaların kaderini o da paylaşarak birkaç yangın geçirmiş. Israrla ve
her seferinde daha şaşaalı bir şekilde yenilenmiş. Osmanlı tarihinin önemli
olaylarına tanıklık etmiş. 31 Mart olaylarının çıkış noktası burasıymış. 1913
yılında ise ortasındaki avlu futbol maçları için kullanılmış, burada sirkler,
cambazhaneler kurulmuş, at yarışları düzenlenmiş. Cumhuriyetten sonra da avlu
futbol stadı olarak kullanılmaya devam etmiş, adı “Taksim Stadı” olmuş. Hatta
Türk Milli takımı ilk resmi maçını Romanya ile burada yapmış. Sonra ne
olmuş?... 1940’da dönemin valisi Lütfü Kırdar, Fransız bir şehir
planlamacısının da fikrini alarak yıkım kararı aldırmış. Sonrası için birçok
başka plan varmış ama hiçbiri yerine gelmemiş. “Gezi Parkı” inşa edilmiş
yerine. O gün bugündür de varlığını sürdürmüş.
Merak ettiğim 250
yıllık bir binanın 1940’da neden ve nasıl yıkıldığı. Bu yıkım kararının
alınmasında nedense o yıllardan burnuma kötü bir koku geliyor.
Daha çok merak ettiğim
ise neredeyse 70 yıldır orada duran, İstanbul’un belleğine kazınmış olaylara
tanıklık etmiş Gezi Parkı’na neden göz dikildiği? Bunun cevabını bildiğimi düşünüyorum
ve bu kez kötü kokuları burnumun dibinde hissedebiliyorum.
Her ne kadar “Topçu
Kışlası yapılacak, başka yolu yok, içinde müze mi olur, alışveriş merkezi mi
olur? Ona henüz karar vermedik” diye bas bas bağıran ses kararlı görünse de,
yapılacak Topçu Kışlası, Antalya’daki Topkapı Palace, Kremlin Palace gibi
temalı otel adı verilen ucube yapılardan biri olmanın ötesine geçebilir mi?
Mimaride “kurgu mekan” denilen bu acayip türde, olmayan nitelikler varmış gibi
gösterilmeye çalışılır (artık orası kışla değildir), yer ve zaman ilişkisi
kurulmaz, mekan hem kendisi hem de çevresiyle çelişkiler içindedir.
“Zamanında orada Topçu
Kışlası vardı, yine olacak” diyen zihniyet, 1969 yılından beri orada tüm
mekânsal ilginçliği ve zarafetiyle duran Atatürk Kültür Merkezi hakkında
“Yıkacağız da yıkacağız” demekte beis görmemektedir.
Konuya ne kadar soğuk
ve uzaktan bakmaya çalışsak da bu noktada ideolojik histeriyi görmezden
gelebilir miyiz?
Peki, bu zihniyet, ilk
kez mi kendi bildiğini okumaktadır? Elbette hayır? 10 yıldır artan bir ivmeyle,
güçlendikçe saçmalaşmaktadır. Toplumsal hayat üzerinde her geçen gün daha da
fütursuz, daha küstah olmaktadır. Yediğimizden içtiğimize, giydiğimizden çocuk
sayımıza, çocuk sahibi olup olmama hakkımıza her konuda coştukça coşmaktadır.
Ama bu şiddette bir tepkiyle belki de ilk kez karşılaşmaktadır.
Çünkü ağacını ve
parkını korumak için sokağa dökülenlerle aslında aynı kaygıyı taşımaktadır. Mareşal
olmak için “meydan” savaşı kazanmak gerekir. Sanal çeteleri bahane ederek
istediğini sonu belli olmayan sürelerle hapse atmak, sigaraya karışmak, içkiyi
yasaklamak, insanların çocuk sayısını belirlemeye kalkmak, kürtajı yasaklamak
mutlak galibiyet için yetmez. Bu
özgüvenin, bu fütursuzluğun, bu ne isterse yapıyor olmanın Taksim Meydanı’nda
imtihan edilmesi ve tescillenmesi gerekir.
Meydanlar önemlidir.
Eski Yunan’da halkın tartıştığı, önemli siyası kararların alındığı,
düşünürlerin, aydınların hayata dair, gerçeğe dair fikirler üretip
birbirleriyle paylaştığı, tragedyaların günlerce ve gecelerce tekrar ve tekrar
okunarak halkın toplumsal travmalarıyla başa çıkmaya çalışıp yasını tuttuğu “agora”ların günümüz dünyasına yansımalardır
Taksim meydanı, Tahrir meydanı, Kızıl meydan ve Tianamnen meydanı.
Acaba bugün emekçi
kesimin, bayramlarını Taksim meydanında kutlamak istemesi -hele de
Kazlıçeşme’de, Okmeydanı’nda, Kadıköy’de, Çağlayan’da rahat rahat, ferah ferah
kutlayabilecekken- çocukça, ergence bir şımarıklık mıdır? Yoksa 1977’de orada
yaşananların yasını tutma, “bu kez o travmayı burada anıp ölmeden evimize
döneceğiz” demek midir? “Yılda bir kez ülkenin gözü bizi görsün” demek midir?
O yüzden değil midir ki
Mısır’da devrim bir meydanda noktasını koymaya çalışmıştır. Çin’de 1989 yılında
öğrenciler, işçiler, aydınlar bir partiye, bir yönetime isyanlarını bir meydana
kanlarını akıtarak göstermişlerdir. Koskoca bir Rus devrimi rengini o yüzden
bir meydana vermiştir.
Meydanlar önemlidir. O
yüzden egemen sesler, ne kadar egemen olduklarını sansalar da meydanları ele
geçirmeden bir türlü tatmin olmazlar, olamazlar. Bu yüzden toplum ne kadar
kaybettiğini, örselendiğini değiştirildiğini düşünse de meydanına göz
dikildiğinde bambaşka bir dinamiğe bürünür. İşgalin son noktası bayrağı meydana
dikmektir. Bu her zaman acılı olur.
Meydanlar önemlidir.
Meydanlar halklarındır, iktidarların değil.