22 Ekim 2011 Cumartesi

UYKU ÖLÜMÜN KARDEŞİDİR...

"Yunan mitolojisinin uyku tanrısı Hypnose, Gece'in oğlu ve Ölüm (Thanatos)'ün ikiz kardeşidir. Kardeşi ile birlikte Hades'in ölüler diyarında yaşar. Kanatlı bir gençtir Hypnose, yorgun insanların alınlarına sihirli bir değnekle değerek, karanlık kanatları ile onları yelpazeleyerek ya da boynuzundan kişinin üzerine iksirini dökerek uyku verir. Rüyalar tanrısı Morpheus ise oğullarından biridir. "

Uyuyamıyorum.

Dört yaşındaydım. Tüm dört yaşındaki çocuklar gibi yatağımda mışıl mışıl uyuyordum. Aniden gözümü açtım. Yatağın hemen yanındaki oda kapısının açıldığını gördüm ama kimse yoktu. Kapı yavaş yavaş açıldı. Yatağımın kenarına bir el dokundu.
Elin sahibini görmek istedim ama sanki felç olmuştum. Yorganın dışında kalmış ve soğuktan buz kesmiş ayağımı bile içeri çekemiyordum. Korku ile üşüme birbirine karışmıştı. Hiç bir şekilde hareket edemiyordum.
Merakım çok sürmedi, çünkü bir cüce atladı yatağıma, küçücük ve dinç görünüşlüydü ama yüzü kırış kırıştı. Sanki yüz yaşındaydı.Çenesi, elleri kocamandı. Saçları omuzlarına değiyordu. Parmağını dudağına götürdü ve bana susmamı işaret etti. Sonra zıplamaya başladı. Zıpladı, zıpladı, odanın ellenmedik ve koklanmadık tek bir noktasını bile bırakmadı.  "Korkma!" dedi. "Sana birşey söyleyeceğim."
Korkuyordum.
Sonra bir kahkaha attı ve camı açıp atladı. Ama sesini giderek azalarak da olsa duyuyordum. Bir çocuğun oyunda söylediği tekerlemenin tonunda şöyle diyordu:
"Uykunu aldım, uykunu çaldım, uykunu aldım, uykunu çaldım, uykunu......"
Ses uzaklaştı, uzaklaştı. Sonra duyulmaz oldu. Bir daha da hiç gelmedi.
O geceden sonra bir hafta ateşli yattım. Doktorlar ne olduğun anlayamadılar.
Annem "kötü bir rüya" gördüğüme ikna etti beni.
Evet, çok kötü bir rüyaydı.
Ve yine o günden sonra etrafımda olup biteni fark etmeden uyuduğum hiç olmadı. Uyuyordum ama uyumak gibi değildi bu. Tüm seslerin, tüm devinimlerin, hatta etrafımdaki tüm enerjinin, herşeyin ama herşeyin farkındaydım.
Ben uykunun ne olduğunu pek bilmiyorum.
On sekiz yaşımdan sonra işler daha da kötüleşti.
Uyuyamadığım gibi uyutmuyordum da. Dişlerimi gıcırdattığım için yurttaki oda arkadaşlarımın bitmez tükenmez şikayetleri, evlendikten sonra kocamın sürekli evde gezmemden bıkması beni çok üzüyordu. İlk işyerimi açtığımda dört ay halının üzerinde "uyudum." Baktım uyuyamıyorum bunu paraya çevireyim dedim sonra da. Hastanelerde gece nöbetleri tutmaya başladım. Dişçi koltukları ve röntgen masalarında aylarca "uyur gibi yaptım."
Hiç uyumamam içinse en küçük bir neden yeterli oluyordu. Üzülmem, heyecanlanmam, sevinmem, hastalanmam vesaire..(Son iki haftadır hiç uyumuyorum yine, nedenini ise henüz anlayabilmiş değilim..)

Yaşım ilerledikçe durum daha da kötüye gitti.
Uyuyanları kıskanır oldum.
Nasıl uyuyorlardı? Nereye gidiyorlardı?
Benim uykularımı çalan o cüce gibi, uyuyanların odasına gizlice süzülüp onları izlemeyi başladım. Uzun uzun, gözümü kırpmadan bakıyordum onlara. Önce kızımı, sonra kocamı izledim uyurken.
Ama onların uykusunu çalamadım.
Sonra eve gelen misafirleri, benim misafir olduğum yerdeki ev sahiplerini, trende, otobüste kestirenleri. Hepsinin uykusundan bir an çalsam bir gece deliksiz uyuyabilirdim. Çalmaya başladım ben de.























Bazen yanlış anlarını çalıyorum sanırım. Onların uykusunu uyurken, onların rüyalarını görüyorum. Kan ter içinde uyanıyorum. Ama o kadar olur diye düşünüyorum sonra.

Bir sonraki yazı: Kayıp Aranıyor!

Okuma Önerileri

*Bir Aşk Söyleminden Parçalar - Roland  Barthes




19 Ekim 2011 Çarşamba

BEKİR'İN DOKUZ GÜNLÜK BAYRAM TATİLİ

                                                     Bayram tatilinde abuk sabuk sebeplerden öldürülen yedi kadına;

Bekir’in canı sıkılıyordu.
Aslında Bekir’in canı hep sıkılıyordu ama bu sefer başkaydı. Önünde evde oturup sıkılması gereken koskoca dokuz gün vardı. Gerçekte üç gün olan bayram, her zamanki gibi dokuz güne çıkarılmış ama bu son ana kadar sanki bir gizmişçesine açıklanmamış, tüm memurların konuşmaktan nedense hiç sıkılmadıkları bir konu haline gelmişti. “Pazartesi, Salı, Çarşamba… Perşembe, Cuma mesai var. İki gün birleşir miydi acaba?” Tabii ki birleşmişti.
Bekir’in, kendi gibi hep canı sıkılan ve bu sıkıntıyla sürekli uyuyarak baş eden karısını dört gündür bayram telaşı sarmıştı. Yağ, un ve kavrulmuş soğan kokusu karışımı eve her girdiğinde yüzüne tokat gibi çarpıyor ve içini bulandırıyordu Bekir’in. Normal günlerde sürekli kıymalı patates, bulgur pilavı ve makarna yapan karısı –aslında makarna yapmayı bile beceremiyordu, bulgur pilavı ise askerlik günlerindeki yemekhane gibi koktuğu için onu tiksindiriyordu- bu dört gün içinde yapış yapış şerbetli bir tatlı – bir kat muhallebi, bir kat tel kadayıf, üstüne bir kat daha muhallebi, sonra şerbet ve buzdolabı-, kısır –fena değildi-, mercimek köftesi – takır takırdı-, kıymalı börek –kıymalar topak kalmıştı-, kıymalı taze fasulye – börek içi için hazırladığı kıymanın kalanını kullanmıştı- ve bayram olduğu için bulgur pilavı yerine pirinç pilavı –lapaydı- yapmıştı. Eve sinen yemek kokusu dokuz günde çıkmayacaktı.
O akşam karısı, ocak ve fırının yaydığı sıcaktan pençe pençe kızarmış yüzünü soğuk, ayakta durmaktan şişmiş ayaklarını sıcak suyla yıkayıp erkenden yattı.


Cumartesi

Bekir, onu sanki biri dürtmüş gibi aniden gözünü açtı. Karısı uyurken, oğullarının eski formasını giyiyordu. Bu yüzden Bekir’in o sabah ilk gördüğü şey yine kocaman bir “7 sayısı ve “Ronaldo” yazısıydı. Bekir sırtında Ronaldo yazan biriyle uyumaktan nefret ediyordu. Karısının düzensiz horultusunu bir süre dinledi, sonra kalkıp salona gitti.

Televizyonu açtı ama pencereden dışarı seyretmeye başladı. Sabah haberleri iç karartıcıydı. “Trafik canavarı daha ilk günden on can almıştı.” Spiker öyle diyordu. Trafik canavarı… “Ne saçma” diye düşündü Bekir. İnsanlar baş edemedikleri şeyleri kendilerinden ayrıştırırlar. Sanki kendi hataları değil de yollarda özellikle bayram günleri dolaşan Gulyabani ya da Kasımpaşa canavarı gibi bir canavar yaratıp suçu ona yüklerler.. Kelimeler de buna hizmet eder. Onlar değil canavar suçludur. Bekir tüm bunları düşünecek kadar derin bir adam değildi elbet.  Zaten böyle de düşünmedi ama bu ifadenin içindeki tuhaflığı sezdi. Mırıldanarak üç kez “trafik canavarı, trafik canavarı, trafik canavarı” dedi. Çok tekrarlanan tüm kelimeler gibi birden bu iki kelime de anlamını yitirdi, saçmalaştı, hatta komikleşti. Bekir uzun süredir ilk kez “gülümsedi.”
Ardından gelen haber bir cinayetle ilgiliydi. Trabzon’da bir adam, karısı bayram temizliği yapmadığı için onu dokuz yerinden bıçaklayarak öldürmüştü. Bekir televizyona baktı. Bir adam – kafasını ceketinin içine sokmuş – onu kollarından neredeyse sürükleyen polisler eşliğinde arabaya bindiriliyordu. Adam çok pişmandı.
Mutfaktan çatal, bıçak, dolap kapağı, çaydanlık ve akan musluk sesi gelmeye başlayınca Bekir mutfağa yöneldi. Üzerinde dizleri çıkmış, ağı sökük eşofmanıyla “Ronaldo” kahvaltı hazırlıyordu.

Pazar

Öğle yemeğinden sonra Bekir’in canı tatlı bir şeyler çekti. Karısından biraz muhallebili kadayıf istedi. Karısı tatlıyı bozamayacağını, onu bayram için yaptığını söyledi. Bekir küfür etti, karısı söylenerek Bekir’e tatlı verdi. Bekir bir kaşık tatlı aldı ağzına ama zor yuttu. Ağzından çıkardığı bir şeyi eliyle karısına uzattı. “Bu ne?” dedi. Karısı Bekir’in eline doğru yaklaştı ve baktı. Bekir de karısının yüzüne baktı. Gözü karısının çenesindeki benin üzerindeki uzamış kıla takıldı. Bu yüzden karısının cevabını anlamadı. İrkildi, tekrar karısının gözlerine anlamamış baktı. Karısı son derece doğal bir ifadeyle, aslında ikinci kez “ tel şehriye” dedi. Ne yapabilirdi ki karısı, son anda kadayıf almayı unutmuştu, bir daha inmeye üşenmişti, O da tel şehriyeyi kavurup kadayıf yerine kullanmıştı. Hem “Ne fark ederdi.” ki.
“Allah belanı versin.” dedi. Bekir. Tabağı lavabonun içine fırlattı. Kapıyı çarpıp çıktı. Dış kapının önünde bir an için durup nefes aldı.
Artık kesinlikle emindi. Bekir karısına sinir oluyordu.
Kahveye gidecekti aslında. Ama kendini ganyan bayiinde buldu. İkinci ayakta yatınca bir de bahis oynadı. Yarış saatini beklerken önündeki gazeteyi karıştırmaya başladı. İkinci çocuklarını bekleyen ünlü çiftin, çocuklarına hangi ismi koyacakları ile boşanan şarkıcının haberi arasındaydı kadınla adamın düğün fotoğrafı. Gülümsüyor, mutlu görünüyorlardı. Fotoğrafın altında, yukarıdaki tabloya pek de uymayan bir haber vardı. Adam bayram izni için şartlı tahliyeyle çıkmıştı ve karısını göğsünden bıçaklayarak öldürmüştü. Doğal gazı açıp intihar etmeye çalışmıştı ama kendisini öldürmek karısını öldürmek kadar kolay olmamıştı belli ki. Karısının cansız bedeninin yanında televizyon seyrederken bulmuştu onu polisler. Komşular şaşkındı. Adam iyi bir adamdı, kadın kocası gelecek diye ona yemekler yapmıştı. “Belki o da kadayıf yerine tel şehriye tatlısı yapmıştır.” diye düşündü Bekir, Elindeki bahis kağıdını yırtıp dışarı çıktı sonra da.


Pazartesi
Bekir salondaki koltukta oturuyor bir yandan da eliyle kadife döşemeyi okşuyordu. Bu hissi seviyordu çünkü koltuğun üzerindeki allı güllü örtüler sadece bayramlarda kalkıyordu. Salonda Bekirlere bayram ziyaretine gelmiş beş kişi, karısı, bir de kendisi yedi kişi oturuyorlardı.  Karısının geveze Gülseren yengesi, yengenin sevimsiz kocası, canı sıkılan iki ergen ve bir de on yaşındaki oğulları. Karısı, sehpanın üzerindeki çay bardaklarını toplayıp tatlı tabaklarını getirdi. Bekir’in yüreği hopladı bir anda. Aslında bir gün önce, karısı gözyaşları içinde tel şehriye tatlısını çöpe atmıştı ama Bekir bunu bilmiyordu. Yiyecekleri tatlı misafirlerin getirdiği cevizli baklavaydı. Bekir’in eli kadifenin üzerinde sökülmüş bir ipe takıldı. Onu koparmaya çalışırken Gülseren yengenin çığlığıyla neredeyse yerinden zıpladı. “Allah belanı versin, şerefsiz seni, ne istedin gencecik kızdan, vah vah vaaaah, pek de güzelmiş yavrum benim.”
Gülseren yenge televizyondaki habere yorum yapıyordu belli ki. Bekir başını ekrana çevirdi. Adam sevgilisine işkence yapmış, dövmüş, alkol ve uyuşturucu vermiş, sonra da otobüs durağına atmıştı. Kadın hastanede bir buçuk ay yaşam mücadelesi vermiş ama bayramın birinci günü bu mücadeleyi kaybetmişti. Adam yakalanmıştı ve tabii ki pişmandı.
Karısı tatlıları ikram edip Bekir’in tam karşısındaki koltuğa oturdu. Bekir karısının çorabının kaçığına baktı bir süre. Bacağındaki kılları da örtememişti naylon çorap. Oysa Bekir işyerindeki kadınların da bacaklarına bakıyordu. Onların bacağında hiç kıl yoktu.
Trafik canavarının aldığı can yirmi altıya yükselmişti.

Salı
“Hayırdır inşallah” dedi Bekir yataktan kalkarken. Çünkü rüyasında Sevgi’yi görmüştü.
Sevgi, Bekirlerin işyerinde kısa bir süre çalışmış ve bu sürede Bekir’e âşık olmuştu. Uzun süre anlamamıştı Bekir. Dünya üzerindeki herhangi bir kadının kendisine aşık olabilmesine hiçbir zaman ihtimal vermemişti. Etrafındaki arkadaşları “uyandırmışlardı” onu. Artık Bekir, Sevgi’yi her gördüğünde eli ayağına dolanıyordu. Sakin bir kızdı Sevgi, pek konuşmuyordu Bekir’le. Ama hep onun yanında olmak istiyordu. Bir sürü bahane uydurup yanında kalmaya çalışıyordu. Bekir bir kere konuşmaya niyetlenmiş, ama hemen vazgeçmişti.  Sevgi de bir kez konuşmak istemişti sanki. Ama becerememişti. Hatta bir keresinde iş yerinin yemeğinde yan yana oturmuşlardı. Sevgi’nin eli Bekir’in eline değmişti. Sanki elektrik çarpmıştı Bekir’i. Hayatında ilk kez gidip kendine bir gömlek bir de kravat almıştı Bekir.  Nedense yeni kıyafetler almak istiyordu. Bir de daha çok gülüyor, daha çok konuşuyor, daha az uyuyordu Bekir. Aşık olmuştu ama farkında olamamıştı. Sevgi gittiğinde içmeye gitmişti. Sarhoş olup birkaç damla gözyaşı bile dökmüştü. Sonra unutmuştu onu. Dün gece rüyasında görene kadar.
Sevgi’nin çok güzel bacakları vardı. Düzgün, açık kahverengi ve kılsız.
Karısı çoktan kalkmıştı. Televizyonun karşına oturmuş, çay içiyordu. Ekranda bir grup kadın ellerinde pankartlarla yürüyordu. Kocasıyla şiddetle geçinemeyen bir kadın, kocasının çekiç darbeleri sonucu ölmüştü işte. Sinir krizi geçiren ve tabutu yumruklayan adam ve kadınlara baktı Bekir.
Trafik canavarının aldığı can kırk altıya yükselmişti.

Çarşamba
“Sen yalnız git.” demişti ama işe yaramamıştı işte. Karısının annesine bayram ziyaretine gitmek zorundaydı. Karısı o kadar çok ağlamıştı ki lanet edip gelmişti.
Kaynanasının evinden nefret ediyordu. Kaynanasından da nefret ediyordu. Ama evden daha çok. O kadar çok eşya vardı ki sanki altlarında eziliyordu Bekir. Salon dantelden yapılmış gibiydi. Danteller her yerdeydi. Danteller boğazını sıkıyordu. Her şey ağırdı sanki bu evde. Bekir evi hafifletmek istiyordu. Bir de şu koku yok muydu?
Başka hiçbir yerde duymadığı bir kokuydu bu. Tüm evi sarmıştı. Pis, çürük, yanık gibi değil, hiçbir kokuya benzemiyordu. Yaşlılığın, ölüme yaklaşmışlığın kokusuydu bu. Ama Bekir bunu bilmiyordu.
Kaynanası hayatta en çok kuşunu severdi. Kuşun kafesi hep açıktı. Bekir kuştan nefret ediyordu. Kuş Bekir’i çok seviyordu. Eline konuyordu hep.
Eve girdiklerinde kaynanası elini Bekir’in burnuna dayamıştı öpsün diye. Eli daha da çok kokuyordu.
Çaylar geldi. Çay bardakları hatta çay bile kokuyordu. Bekir çayına dokunmadı. Karısı ve kaynanası bunu fark etmediler. İkisi de tuhaf sesler çıkararak çaylarını içmeye başladılar. İnsan neden daha bardağını ağzına değdirmeden höpürtü çıkarır ki. Sesler yükseliyordu sanki. Bir o, bir o. Arka arkaya, durmaksızın. Bekir eline konmuş kuşu seviyordu.
Karısı ve kaynanası bir şeyler konuşuyorlardı ama Bekir höpürtüden başka bir şey duymuyordu. Kaynanası ateşli bir şeyler anlatıyordu kızına. Hani şu Hatice vardı ya köyde. Kocasından boşanmak isteyen. On gündür kayıptı. Daha dün dere kenarındaki ağaçta asılı bulunmuştu. “Ayy” diye bağırdı karısı. Altı çocuğa ne olacaktı şimdi. Bekir höpürtülerin arasından konuşmanın sonunu duymuştu. “On gün boyunca ağaçta asılı kalan biri nasıl görünür?” Böyle düşündü Bekir. “Oğlum ne yapıyorsun? Öldüreceksin hayvanı!” Bekir kendine geldi. Kuş avucunun içinde çırpınıyordu. Kaynanası yaklaşmış korkuyla Bekir’in yüzüne bakıyordu. Bekir de ona baktı. Kadının çenesinde karısınınkiyle aynı yerde iğrenç bir et beni vardı. Midesi bulandı.
Bekir bu kokudan, bu kuştan, bu evden, et benlerinden, bacak kıllarından nefret ediyordu.
Bekir bayramlardan da nefret ediyordu.

Perşembe
Bekir odadaki gürültüye uyandı. Saat neredeyse öğlene geliyordu ve karısı yatak odasının tozunu alıyordu. Bekir’in uyandığını görmedi. Elinde evlendikleri gün belediyenin onlara –daha doğrusu o nikâh dairesinde evlenen herkese – hediye ettiği ağızlarında iki alyans tutan ve öpüşen iki güvercinin biblosu vardı. Bekir bibloyu ilk eline aldığında ağırlığına şaşırmıştı, bu yüzden biblodan çok küçük bir heykel demek gerekirdi. Karısı dakikalarca heykelciğin tozunu aldı, Bekir uyur gibi yapmaya devam etti. Karısı kapıyı çekip odadan çıktı.
Bekir gözlerini açtı. Evlendikleri günü hatırladı. (Bekir’in derin bir adam olmadığından bahsetmiştik. Çehov okumadığını ve hikâyede şöminenin üzerinde bir tüfek anlatılmışsa, tüfeğin sonda mutlaka patlayacağını bilmediğini kabul etmeliyiz.) Bekir de nikâh gününü ve güvercin heykelini neden düşündüğüne anlam veremedi.
Mutfağa girdiğinde karısı kahvaltısını bitirmişti. Bekir’in önüne bir bardak çay koydu. Bekir’in eli masanın üzerindeki muşambaya yapıştı. Elini kaldırdı. Çay tabaklarının bıraktığı sarımsı halka izlerine, reçel damlasına ve kesilmemiş peynir kalıbının üzerindeki çatal izlerine baktı. Karısı önüne kavanozu çekmiş, bıçakla şokella yiyordu. Her ağzına götürüşünde bıçak dişlerine çarpıyor, katlanılmaz bir ses çıkarıyordu. Bekir çayı itti. Masadan kalktı. Kapıyı vurup çıktı.
Kahvede bir masaya oturdu, çay söyledi. “Kahvenin masası bile bizim evdekinden temiz, pasaklı karı” diye düşündü. Karşısına bir adam oturdu. Başıyla Bekir’e selam verdi. Gazetesini okumaya başladı. Bekir göz ucuyla adamın gazetesini okumaya başladı. Karısının kendisini aldattığından şüphelenen adam onu sekiz yerinden bıçaklamıştı. Ama haberin esas ilginç yanı, adamın üzeri kanlar içinde sokağa çıkması, otobüs durağına oturması, duraktaki komşusundan sigara istemesi ardından da ondan polisi aramasını istemesiydi.
Trafik canavarının aldığı can yetmiş dörde yükselmişti.

Cuma
Adam yaralama suçundan cezaevindeyken bir buçuk ay önce tahliye olan bir adam, imam nikahlı karısını yirmi dokuz yerinden bıçakladı. Ama olayın haberi gazetelere ertesi gün düşecekti.
Bekir neredeyse bütün gün uyudu.
Trafik canavarının aldığı can seksen dokuza çıktı.

Cumartesi
Bekir kahveden döndüğünde karısı oturma odasındaki çekyatta uzanmış dizi seyrediyordu. Bekir’in gözü karısının üzerindeki rengi atmış pijamaya takıldı. Pijamanın arkasında kan lekesi vardı. Bekir gözünü kan lekesinden ayıramıyordu. Kan lekesi, büyüdü, büyüdü, karısının pijamasının paçalarından akmaya başladı. Bekir sanki hipnotize olmuştu. Kanın kesif kokusu karısının saçlarından yayılan soğan kokusuna karıştı. Bekir yatak odasına gitti, öpüşen güvercinleri aldı, odaya geri döndü. Bir an durdu. Birkaç dakika sonra karısının paçalarından akan kanlar bütün odayı kaplamıştı. Bekir koltuğa oturdu. Güvercinlerdin birinin ağzından kan sızıyordu.

Pazar
Polisler Bekir’i götürürken komşuların hepsi pencerelere sıralanmıştı. Kadınlar elleriyle ağızlarını kapatmış şaşkınlıkla olan biteni izliyorlardı. Bir tanesi “ne kadar efendi adamdı” dedi.
Bekirse “pişmanım” demek istedi. Ama pişman değildi.

Trafik canavarının aldığı can yüz on ikiye çıktı.

Gelecek yazı: Uyku Ölümün Kardeşidir.

16 Ekim 2011 Pazar

EV, AĞAÇ, SONBAHAR, ÖLÜM...

Sohbet mi edeceklerdi? Belki de çay içerler. Önce üç kişiydiler. Radyodan eski bir alaturka şarkının cızırtılı sesi geliyordu. Hava kararmamıştı. Belli ki akşam saati için sözleşmişler ama yaşlıların randevu saatini beklemeye sabrı yoktur. Yapılması gereken tek bir şey bütün günü kaplar.

Bir ara unuttum onları, evde kendi işlerime dalıp gittim. Sonra balkona çıktım yeniden, hala orada mıydılar, merak ediyordum.
Sayıları artmıştı, radyoyu da kapatmışlardı. Buluşma saatinin geldiğini anladım. “Saat dokuzda” demiş olmalılar, on dakika geçmişti bile.
Bir şey tartışıyor gibi görünüyorlardı. Masanın üzerinde bir defter duruyordu. Onu elden ele gezdirdiler. Bu sıradan bir apartman toplantısıydı ama tepelerinde yanan ampulün cılız ışığı etraflarını saran yaprakların görünmesini engelliyor, sanki hepsini havada asılı tutuyordu. Bu ışık altında onları izlerken, aslında apartmanlarının dış cephe kaplamasının maliyetinden, bahçe düzenlemesi için birini tutmak gerektiğinden ve hiçbirinin yönetici olmak istemediğinden konuştuklarına ikna olamıyordum.
Sanki İsa’nın Son Akşam Yemeğinden çıkıp gelmiş gibiydiler.



Ben de kaçamak fotoğraflarını çekmeye karar verdim. Bu benim evimin balkonundan çektiğim ilk fotoğraf.


Nasıl göründüklerini, ya da benim onları nasıl gördüğümü göstermek istedim onlara. Ama hiçbirini tanımıyordum. Bir ara fotoğrafı büyük boy bastırıp apartmanlarının girişine asıp, kaçmak bile geldi aklıma ama çarçabuk vazgeçtim. Daha tanışmadan tuhaf bir komşuları olduğuyla ilgili onları korkutmak istemedim. Nasılsa bir gün tanışacaktık.

Salonun penceresini tamamen kaplayan bir ceviz ağacı var. Onu ilk gördüğümde bu evde yaşamak istediğimi anlamıştım. Yaşamaya başlayınca ise onun ne kadar çok hali olduğunu izlemek şaşırttı beni.  Onun sakin, dilsiz bir komşu, gülümseyen bir ev arkadaşı, ben televizyon izlerken beni izleyen bir sevgili, uyuyan bir adam, sevecen bir anne hallerini izleyip durdum. Yapraklarını döktü, tomurcuklandı, kargalara ev sahipliği yaptı, dallarına takılmış sarı lacivert uçurtma kuyruğu ile bir süre sonra uzlaşıp onu dallarından biri yaptı. Her sabah perdeyi hızla çektim onu görmek için. O da bana tüm ışıltısı ile “günaydın” dedi.
Ona bakarken doğanın ve yarattıklarının kusursuzluğuna hayret ettim. Sadece bir ağaçtı ama her ağacın birbirinden farklı olduğunun kanlı canlı işaretiydi. Önümde duruyor ve her hali ile beni selamlıyordu sanki.








Kendimi çok yorgun, çok mutsuz ve tükenmiş hissettiğim bir andı. Gözlerimden yaşların akmasına engel olamıyordum. Ağaca bakıp ağlıyordum, ağaç da bana bakıyordu sanki. Ara ara yapraklarını hareket ettiriyor, yüzüme doğru belli belirsiz bir serinlik üflüyordu. Sonra tuhaf bir şey oldu. Rüzgâr bıçakla kesilmiş gibi durdu ve sessiz geceye bir inilti yükseldi.
Bu acıdan inleyen bir kadının sesiydi. Ses çok yakından geliyordu. Belli ki çok ağrısı vardı. Kurtarılmayı diliyordu. Üzüntüm bir anda anlamını yitirdi, sadece utandım. Öyle çok utandım ki, arkamda yanan tüm ışıkları kapattım. Ortalık tamamen kararınca ses daha da yükselmişti sanki. Duyuların yanıltıcılığı… O an tam karşımdaki pencerenin ışığı yandı, genç bir kadın yatakta yatmakta olan hastaya ilacını verdi ve kafasını kaldırdı. Göz göze geldik sanki. Ama o karanlıkta beni görmesi imkânsızdı. Hışımla perdeyi çekti, - ya da utancımdan bana öyle geldi-  İnilti devam ederken, rüzgar yeniden başladı ve ağaç, birkaç yaprağı ile beni teselli etti. Kendimi kötü hissettiğimde acıyı örten bu pencereyi hatırlamak istedim ben de.



Tüm hastaların acıları sabaha karşı durur. Sabah olduğunda ses kesilmişti. Pencere açıktı ve rüzgâr hafifçe eserek penceredeki perdeyi hareket ettiriyordu. Bense hastanın durumunu merak ediyordum. Birden onu gördüm. Sadece bir an için. Perde rüzgârdan yana savrulduğunda. Üzerinde geçirmiş olduğu gecenin tüm yorgunluğu ile yatağının üzerinde oturmuş karşısındaki aynaya bakıyordu. Aynanın yanında bezden yapılmış büyük bir kedi vardı. Hani içine toka, tarak, makyaj malzemesi gibi ıvır zıvır konan torbalardan. Kedi şeklinde bir torba, kocaman bir ayna ve karşısında saçsız başını dakikalarca tarayan kadın. Gördüğü tedavilerden olsa gerek, saçlarının neredeyse tamamını kaybetmişti. Yavaş hareketlerle saçlarını tarıyor ve uzun uzun kendini seyrediyordu. Oradaydı işte, makinemi elime almayı düşünmedim bile. Bazı anların fotoğrafı çekilmez.
İki sabah önce bayramın ilk sabahı onu balkonunda çay içerken gördüm, iyi görünüyordu hatta bu güzel sabahın hatırına giydiği kıpkırmızı hırkası ve harika şapkası ile çok iyi görünüyordu. Ağaç onu yaprakları ile sarmış şifa vermeye çalışıyordu sanki ve sabahın en güzel ışıkları üzerine düşüyordu.




Böyle güzel sabahlarda evde herkes uyurken balkona çıkıp etrafa bakınıyor ve sanki günün ilk nefesini alıyorum. Bazen benimle birlikte bakınan ve nefes alanlar da olmuyor değil. Sokakta çok fazla kedi var ama herkes onlara çok alışkın davranıyor. Onlar da sanki işe geç kalmış memurlar gibi kararlı adımlarla oradan oraya gidiyorlar. Kedilerin bu hali beni her zaman gülümsetir. Sonra aniden durur ve garip bir şey yapıverirler. Bir ağaca şaşırmak ve onu seyre dalmak gibi. Evet, ben bir ağaca şaşkınlıkla bakan bir kedi gördüm.



Sonra da çocukların bağrışmalarını duydum, aşağı baktım. Bir şeyin başına toplanmışlar, heyecanla konuşuyorlardı. Kedi seslerden kaçtı, ben merakımdan onların yanına indim.
Çocukların doğallık ve bozulmamışlıklarının sağlamasını ölüm karşısında yapmak çok çarpıcı olabiliyor. Ölümün kendine has tuhaflığı, sessizliği ve çekiciliği her zaman ilgimi çekmiştir. Bu duyguyu paylaştığım sekiz yaşındaki arkadaşlarımla büyümüş gözlerle, uzun uzun izledik onu. Sonra cansız bedenini kedilerden korumak için gömmeye karar verdik.


İsa’nın Son Akşam Yemeği’nden bu yana bir yıl geçti. Artık konukları tanıyorum. Onlar da beni tuhaflıklarımla seviyorlar. Eğer gün olur da ağaç kesilmeye kalkılırsa neler yapabileceğim anlattığımda tuhaflığımdan emin olmuşlardı. Bir tanesi ise bana şöyle cevap verdi:” Merak etme, eğer kesmeye kalkarlarsa ben de seninle birlikte sarılırım ona.” Onu o gün sevdim, son derece normal görünümlü bir kadındı ama ruhundaki tuhaflığı benden gizleyemiyordu. Üç çocuğu var, çok iyi bir anne o, annelik yaparken ruhunu bir yerlere teslim edip sonra da unutmamış hem de. En küçük çocuğundan hep G….’m diye söz ediyor, ondan bahsederken gözlerinin içi gururla parlıyor.. Ona yemek yapmayı bile öğretmiş. G gözlerindeki sevecen parıltıyı annesinden almış. Çalışma odamın tam karşısında onun odası. Bazen uzun saatler, yan yana bilgisayar başında oturuyoruz. Ben çalışıyorum, o kızlarla ekran karşısında sohbet ediyor. Ne de olsa bir ergen…


Sonbahar geldi, ağaç yüzünü değiştirmeye başladı bile. Sanki her sabah kendisindeki değişikliği gururla bana gösteriyor. Ben de ona hiçbir gün ilgisiz kalmıyorum. Bahçede yaz mevsiminin son izleri akşamdan kalma birinin evi gibi hüzün veriyor. Bu yaz çardağın altı, birkaç yaş günü partisine, iki akşam yemeğine ve apartmanın ergenlerinin bitmek bilmeyen ama umut dolu sohbetlerine ev sahipliği yaptı. Şimdi sadece asma yaprakları var, onlar da yakında dökülecek.



Apartman sakinleri bahçeye bir ayna attı. Onu ilk gördüğüm günden beri gözümü alamıyorum. Her an ağacın yaprakları arasından başka bir görüntüyü yansıtıyor. Bu eğlenceli oyuna katılmak için yerimi birkaç santim değiştirmem yeterli. Ona hiç bakmasam da yansımasını yüzümde hissediyorum bazen. Bir an bir sıcaklık geliyor. Ağaç sanki bu yapay nesneyi bile kendisi ve doğayla tanıştırarak ehlileştirdi. Bazen üzerinde yaprakların, bazen yağmur damlalarının bazen de kuşların yansımasını barındırıyor. Ağaç o kadar güçlü ki...





Yağmurların da başlamasıyla artık çocuk sesleri duyulmaz oldu. İki gündür yağmur yağıyordu, bugün durdu. Kızım balkona koştu ve sek sek oyunu için çizdiği çizgilerin silindiğini görüp surat astı. Ama tam o çizgilerin yerinde bizi başka bir sürpriz bekliyordu. Yerden çıkan yapraklara bakarak çok eğlendik.



İlk kez toprağa basarak, sanki benim çocukluğumdaki gibi bir yaz geçirdi kızım. Ölü bir fareyi sopayla dürttü, sulanmış bahçedeki birikintilerde zıpladı ve küreğiyle toprağı kazdı, kazdı, kazdı. Karıncalarla uzun konuşmalar yaptı. Tırnaklarının içi kapkara oldu. Arkadaşlar buldu, onlarla kavga etti. Kediye isim taktı, ölü güvercin gömülürken şaşkınlıkla baktı.
Artık camın önünde yağmuru seyrediyoruz.



Ekim 2009 - Eylül 2010







 
 

15 Ekim 2011 Cumartesi

ÇOCUK İSTİSMARININ BİLİNMEYEN ŞEKİLLERİ -2


Bebek Bezi Reklamları

Şimdi biraz hayal gücünüzü çalıştırın:

25 yaşında, iş güç sahibi olmuş bir genç adam veya kadınsınız. 5 yaşındayken hani öyle iyi bir hatıra olsun diye aklıevvel ebeveyniniz sizi bir reklam filminde oynatmış. Aslında onların aklında böyle bir şey yokmuş ama öyle tatlı öyle tatlıymışsınız ki, etraflarındaki ekranda görünme manyaklarının gazıyla böyle bir şey yapmışlar.  Masmavi gözleriniz, lüle lüle sarı saçlarınız, pembe yanaklarınız ve tombul bedeninizi gören eş dost sürekli anne babanıza şöyle diyormuş."Ay bu çocuk çoook tatlı, neden bir reklamda oynatmıyorsunuz?"
Sizinkiler de sizi bir ajansa "yazdırmışlar." Kısa bir süre sonra da bir bebek bezi reklamının çekimine çağrılmışsınız.

25 yaşında bir yetişkin olan siz, 25 yaşındaki akıl ve duygunuzla 20 yıl önce çekilen bu filmi izlediğnizde acaba ne hissedersiniz?

Garip uçuk pembe-mavi bir dekorun ortasında tombul poponuzu sallayarak bir o yana bir bu yana koşuşturuyorsunuz. Fondaki müzik de biraz tuhaf gibi. İzlerken içiniz sıkıldı, hatta utandınız. Bir daha izlemek istemeyeceğinize eminsiniz.

 Şu anda benzer bir teklif hijyenik ped reklamı için gelse kabul eder misiniz?

Muhtemelen etmezsiniz. Ama şanslısınız çünkü bu kararı verecek olan sizsiniz. 5 yaşındaki size fikrinizi soran olmamıştı.

Ama şanslısınız. Çocuk cinsel ve ekonomik istismarı, pedofili, çocuk pornosunu anıştıran yazılı görsel basın ve internet imgeleri hakkında pek fikriniz yok. (Çok sevdiğim bir hocam "Adli bilimler demir bir leblebidir, böyle içinize oturur, ne yutulur, ne sindirilir." demişti.) 



Hissettiğiniz utanç ve huzursuzluk dışında bir de pedofili hastalarına uyarılma malzemesi olmuş olabileceğinizi düşünmenize gerek yok.

Ama sorun bu kadarla da sınırlı değil ne yazık ki.

Bu sadece medyanın ve medya izleyicisinin kendinden geçercesine yarattığı kocaman bir etik sorunun küçücük bir parçası.

Bir süre önce, İstanbul'un büyük ve bilinir caddelerinden birinde önümde yürüyen anne ve 5-6 yaşlarındaki kızı kanımı dondurmuştu. Annenin üzerinde pembe kenarları fırfırlı bir etek vardı, saçlarını sarıya boyamış ve pembe kelebeklerden tokalar takmıştı. Kızının üzerinde ise leopar desenli bir tayt ve hafif topuklu dore bir ayakkabı...

Bir kafeye oturun ve etrafınızdaki kadınların telefon konuşmalarını dinleyin. Ağzı yayarak çıkarılan ve garip bir kafa sesiyle tınlayan "Alo"lar, "Naber?"ler, "Kısssımm napıyosun"larla sarıldığınızı birkaç dakika içinde fark edeceksiniz. Sevgilileriyle bebek sesiyle konuşan kadınların sayısı da hiç azımsanacak gibi değil, inanın.

Kapitalizm, tüketimi pompalamak için ne yapacağını şaşırmış görünüyor. Kızımın oynadığı bebekler sevimlilikten çoktan uzaklaştı, küçük, fettan kadıncıklar artık.

Cinsellikle ilgili imgeler, bebek/çocuk imgeleriyle ne zaman karıştı. Bu iki uç ne zaman birlikte anılır oldu? Ben hatırlamıyorum açıkçası. Ama benim çocukluğumda olmadığını söyleyebilirim.



Hatta iş o kadar alenileşti ki cübbe giymiş bir ibiş çıkıp " Barbie bebeklerin tahrik edici olduğunu" bile söyledi.



       

Yaşının yasını tutmayı öğrenememiş ebeveynler çocuklarını hala bir birey değil de "küçük sevimli cüceler" olarak görmeye devam ettikçe sanırım çocuk kadınlar ve kadın çocuklar ortalıkta gezinmeye devam edecek.



(Bu bebeğin yüzünü ben kapattım. Google'a "sevimli bebek fotoğrafları"yazınca çıkıveriyor.)






9 Ekim 2011 Pazar

"FOTOĞRAFIN GÜCÜ VE GÜÇSÜZLÜĞÜ" ya da Habertürk Vakası

Evet, çok kötü bir görüntüydü, belki basın etiğine aykırıydı, belki bir insanın ölü de olsa kişilik haklarını, mahremiyetini zedeliyordu - canlıyken herhangi bir hakkı varmış gibi -, evet, bu vahşetin görüntüsü hepimizi derinden sarstı. Ama tüm bu infial yüzeyde geziniyor.
Bunun nedeni ise Türk basın tarihi hatta fotoğrafın tarihinde gezinerek anlaşılabilir mi?
Bu ülke neler neler gördü gazetelerde. İşte bir tanesi, beni hep etkilemiştir.




30 Aralık 2006 bayram arifesi ve Saddam Hüseyin'in idam edildiği gündü. Irak televizyonu dünya basınına çok önemli bir haber olan bu olayın görüntülerini - bu görüntü idam anını içermiyordu. -verdi. Ancak bir gardiyanın cep telefonu ile idam anını çekmesi ve bir kaç saat içinde görüntülerin internete düşmesi, hepimizi bir idamın röntgencisi haline getiriverdi.


Fotoğraf güçlüdür ve bu güç için yoruma ihtiyaç duymaz. Bu yüzden samimidir ve bir o kadar da sihirlidir. Fotoğrafçı bu gücü ancak samimi olur kendi ve hayat ile ilişkisini sağlıklı kurabilirse doyasıya kullanabilir. Bu anlamda fotoğraf, eli açıklık ve cimriliği aynı anda yapısında barındırır ve taşlar yerine oturduğunda objektifin ardındaki insanı bir simyacı yapar.
"Fotoğraf adaleti yeniden kurar." Wim Wenders böyle demiş. Ne kadar da doğru.

Doğru ama 21. yüzyılın görsel bombardımanı ve görüntü alma tekniklerinin bu kadar ucuzladığı günümüz dünyasında hala geçerli mi?

Bence değil..

Tüm dünyanın Vietnam'da neler olduğunu gerçekten görmesini sağlayan bu fotoğrafın yarattığı etki, artık bizler için geçerli değil.



Aslında durum şundan ibarettir.

"İnsan bu tür görütüleri bir kez gördü mü, daha fazlasını da görme yolunda ilerlemeye başlamış demektir." der Susan Sontag. Ya alışırız, çünkü artık gaddarlıkla çoktan tanışmışızdır, ya da kabullenmez bir türlü içselleştiremeyiz. Çünkü bu ne de olsa bir fotoğraftır. Bizden uzakta bir yerlerde bir şeyler olyordur işte.


Bu yüzden Habertürk yazı işlerinin yaptığı açıklama beni bir türlü kesmez, kesemez. Keşke onların dediği gibi olsa, bu fotoğraf bizde gerçek bir şok etkisi yaratsa, kadınlara yönelik şiddet için bu fotoğrafı gören herkes elini taşın altına koysa. Ama öyle olmayacak. Bizler dehşetin görüntülerine çoktan alıştık. Henüz farkında olmasak da.

Çok kısa bir süre içinde hepimiz o fotoğrafı ve bizde yarattığı etkiyi unutacağız. Belki de olan sadece bu kadının çocuklarına olacak. Onlar annelerini sırtında bir bıçakla hatırlayacaklar. Ama medya ölü sevicidir, ortada bir rant vardır. Ve bu kadar hasar medya için ihmal edilebilir.

Bu fotoğrafa baktıktan sonra mangalda kül bırakmamak ise mesnetsiz bir vicdan aklamasından başka bir şey değildir.









7 Ekim 2011 Cuma

TAKSİM'İN YENİ FİLOZOFU



 Bu adam ne demek istiyor?

Son zamanlarda ne zaman Taksim'e çıksam bir aforizmasıyla karşılaşıyorum. İlk gördüğümde dolmuştaydım, yüzümde belli belirsiz bir gülümseme yarattı. Sonra baktım ki istikrarlı bir yazar, yazdıkça yazıyor.
Ne demek istediği pek anlaşılmıyor ama tuhaf bir çekiciliği de yok değil. İnsan ikinci kez okumak istiyor. Her Taksim'e gidişimde yeni bir sözüyle karşılaşınca, peşine takılmak istedim.

Nedense erkek gibi geldi bana.





Onu ara sokaklarda da aramayı denedim ama pek işe yaramadı. Ana caddeyi seçmiş, belli ki izlenmek istiyor.







Biraz serzeniş, biraz direniş. İkisinin de izleri var.








Biraz da kafa yapıyor gibi...






Eğer yazarken gören duyan olursa buraya bir yorum bırakın. Ben onu izlemeye devam edeceğim.

Bir sonraki yazı: Bu kez gerçekten "Çocuk İstismarının Bilinmeyen Şekilleri - 2: Bebek Bezi Reklamları