“Egeliler Adalılar için
ne der bilir misiniz? Bilene çay en
iyisi yemek ısmarlayacağım.” Aslında bilmediğimizi biliyordu ama yine de
birazdan kendi sorusuna vereceği cevabın etkisini arttırmak istercesine
bekledi. Sıradan bir günde “Gidin araştırın, bulun, size şu kadar süre” derdi
ama bugün keyfi yerinde görünüyordu. Cevap gelmek üzereydi. “Adalılar adamdan
pamukla kan alır. Böyle yumuşak, sessizce, acı vermeden ama içini boşaltarak.”
Bir sigara yaktı, devam etti. “Şimdi kendini yazar olarak tanıtan bu kadın
atalarının adalı olmasını ilginç bulur ve hatta bununla gurur duyar. Küçük
entellektüel duyarlılıklarını kitaplarına aktarırken, aslında bunun kitap
yazmak olmadığının farkında değildir. Gerçek olamayacak kadar kibar olan bu
kadın, dokunsan ağlayacak, içinin çürümüşlüğünü sağaltmak için kağıda kaleme
sarılmış, geniş çevresi, iyi eğitimi sayesinde yazdıklarını ete kemiğe
büründürmüştür. Ama aslında ne yakışır ona, yapması gerekip de yapmayarak
yazarmış gibi yazmasına sebep olan nedir?”
Şimdi bu kentten
sıkılmış, sıkışmış kadın kendince radikal bir karar vererek bir Ege kasabasına
-biz bu kasabaya Alaçatı diyelim- yerleşir. Doğayla başbaşa olmak, kentin
trafiğinden, kalabalığından ve kirinden kaçmak istemektedir. Ama ne hikmetse
kentin ona sunduklarını da yanında getirmiştir. Sahilde bir kafe açar. Köylü
kadınlardan otlar satın alıp çaylar demler. Saçlarını kısa kestirir, bol
elbiseler giyer. Kendini de yanında getirdiğinin farkında olmadan içer kaynamış
otları. Aslında müşterileri de kentlilerdir. Zeytinyağları, sabunlar ve otlarla
oyalanır. Akşam yemeklerinde kentten yolu düşmüşlere sofra şarapları ikram
eder. Zaman zaman sofralarda küçük duyarlı sohbetler yapar diğer kentlilerle.
Duyduğu efsaneleri anlatır onlara. Bazıları çok etkileyicidir, bazıları
korkunç. Ama hiçbiri onu “Bacaksız Gelin” hikayesi kadar etkilemememiştir.
Efendim,
bu Alaçatı tuhaf yer. Zamanında korsanların da uğrak yeri olmuş limanı, farklı
kültürlerden insanları ağırlamış. Garip adetleri var, kaynağı neresi, kim
olduğu bilinmeyen. Belki Yunan’lardan, belki Adalılardan, belki de Araplar’dan gelmiş
adetler. Bu adetlerden birine göre kızların yüzünü evlendikleri, gelin
oldukları gün hiçbir erkek göremez. Babası, dayısı, abisi bile. Gelin
erkeklerin olduğu bir yerden geçiyorsa “Gelin geçiyor.” denir, tüm erkekler
başlarını önlerine eğer.
Zamanında
Alaçatı’da İsmail adlı bir delikanlı yaşarmış. Balıkçıymış İsmail. Büyükçe bir
teknesi varmış. Annesi küçük yaşta öldüğünden babası ile pek düşkünlermiş
birbirlerine. İsmail babasının sözünden çıkmaz, babası İsmail’in bir dediğini
iki etmezmiş. Ama kadınsız hayat zor elbet. Bir kadın bulmuşlar baba oğul,
işlerini yapsın diye. Dışarıdan gelen kadınla evin kadını bir olur mu?
Yürümemiş o iş. Sonunda babası İsmail’e bir kız bulmuş. İsmail babasına itiraz
edecek değil ya. Kabul etmiş evlenmeyi, kız da İsmail’den iyisini mi bulacak?
Düğün günü gelmiş çatmış. Kızı süslemiş kadınlar. Tek katlı iki göz odada
kınasını yapmaya koyulmuşlar.
Ama
Ahmet diye bir delikanlı varmış ki kasabada, kıza nicedir gönül vermişmiş.
Sevdiğinin evleneceğini duymuş. Bağrına taş basmış. Ama sevda bu. Son bir kez
görmek ister sevdiğini gelinlik içinde. Kınanın yapıldığı evin önüne gelmiş
kimselere görünmeden Ahmet. Küçücük buğulu camın ardından son bir kez bakmış
ona. Ama bir de ne görsün? Sevdiği de ona bakıyor. Göz göze gelivermişler son
kez.
Kız
ses etmeyecek ama yanındaki kadınlar anlamışlar bir tuhaflık olduğunu. Camın
önüne koşmuşlar ki bir de ne görsünler? Bir erkek duruyor orada, gelin kıza
bakmış, onu görmüş. Hemen ardından koşmuşlar.
Ahmet’i yakalamasına yakalayamamışlar ama haberi damada uçurmuşlar. Damat başı önde gezemez,
gelininin gözüne erkek gözü değmiş düğün günü.
Kapmış
babasının kasaturasını, kızın bacaklarını, kollarını kesmiş. Oracıkta can
vermiş kız. Adet bozulmamış böylece.
Düğün
günü kolu bacağı kesilen kız efsane olmuş Alaçatı’da. Çünkü aslında hiç
ayrılmamış oralardan. Kim ki, limanda,
ıssızda, gece vakti tek başına gezer, bacaksız geline rastlarmış. Başında
duvağı kolu, bacağı olmayan hayaletinin kime musallat olacağı belli olmazmış.
Bazen kendi görünmezmiş ama sürünerek geçtiği yollarda bıraktığı kan izlerinden
anlarlarmış bacaksız gelinin oralarda olduğunu. Anneler, haminneler yemeğini
yemeyen çocukları bacaksız gelin gelecek diye korkuturlarmış.
İşte
böyle, dedi. Hikayesinin bizde bıraktığı izi izlemek için bir an durdu,
bekledi.
Bizim
kadına gelince, hiçbir zaman yazamayacağı kitabının hayalini kurarak, ilginç
olma peşinde bacaksız gelinin hikayesini anlatır, durur. Kimbilir bacaksız
gelin çıkar bir gün karşısına da, bizimki kente geri döner.
Nakledenden bir öykü daha okumak için,
Bir sonraki yazı: Abdi Bey'in Zor Günleri