25 Aralık 2011 Pazar

SANAT: SADECE ÇOCUKLARA..

Tüm bunları düşünmem ve yazmam, yani herşey; her Cuma olduğu gibi bu Cuma da kızımın okul çantasını açıp ödevleri ile birlikte hafta sonu okuması için okuldan gönderilen kitabı bulmam ve can sıkıntısından o uyuduktan sonra kitabı okumamla başladı. Bünyemde okuldan hafta sonu için gönderilen kitaplara karşı bir tür negatif duyarlılık zaten başlamış ve kendimce konuyu sessizce takibe almıştım ama bu hafta sonu iplerin koptuğunu söyleyebilirim.

Elbette ki çok küçük bir ihtimalle de olsa başımı ağrıtmak istemediğimden kitabın adını, sanını yazmayacağım. Bu küçücük hikayenin yazarı kariyeri boyunca birçok okulda edebiyat öğretmenliği yaptığını, çocuk öyküleri roman ve oyunlar yazdığını, bu yazdıklarından bazılarının ödüle değer bulunduğunu, TRT"de birçok oyununun yayınlandığını belirtmiş özgeçmişinde.Yazar; köyde yaşayan bir aile, oğulları - biz ona Ali diyelim- Ali"nin çok sevdiği köpeği ve buzağıları ile ilgili son derece sıradan bir hikaye anlatıyor ki sıradan olması elbette sorun değil. Bilindiği üzere yazının en iyi örnekleri sıradan hikayeler anlatır, önemli olan hikayenin nasıl anlatıldığı yani biçimdir. Sadece birkaç cümle paylaşacağım kitaptan.

" Ali annesine sokuldu, boynuna sarıldı, cilveler yaptı, onu öpücük yağmuruna tuttu,. Koparılması zor bir isteği olduğu zaman hep böyle yapardı."

Birkaç cümle sonra:

" Ali mışıl mışıl uyuyordu. Uyurken öyle sevimliydi ki... Uzun kirpikleri, ince dudakları, pembe yüzü annesinin gözüne bir başka gözüktü. Onu uyandırmaya kıyamadı. Bir süre oturup başında bekledi. Sonra eğildi, öpe koklaya hafifçe sarstı."

Şimdi " Ne var bunda, sevgi dolu bir aile işte" deyip benim algımda bir sakatlık olduğunu düşünebilirsiniz ki bunun gerçek olmasını içtenlikle dilerim ve sakatlığımla kesinlikle baş edebilirim. Ama ilerleyen sayfalarda Ali"nin babası annesine şöyle der ki bu söylemde sevgi dolu aileye gölge düşüren birşeyler var gibidir.

" - Amaan be kadın. Sana söz anlatmak öyle zor ki. Uzatma artık."

İştahı kabarmak, doymak bilmemek, sütten çatlayacak gibi olan memeler, süt dolu memelerin bacakların arasına sığmaması, buzağının annesinin memelerine saldırması, ineğin ise onun tüylerini kendinden geçercesine yalaması gibi ifadeler özellikle anne oğul arasında kitap boyunca uçuşup durdu.

Kitabın 7- 11 yaş için yazıldığı da hesaba katılıp bunun bir Yaşar Kemal romanı olmadığı düşünülürse bu ifadelerin bu yaş grubu çocuklar için biraz fazla olduğu söylenebilir mi acaba? Ki bu zorluğu kitabı kızımla okurken yaşadığımı, onun sürekli "anne burada ne demek istiyor? gibi sorularını yanıtlarken çektiğimi söyleyebilirim.

 Bu ifadeler içindeki "sakatlığı" benim adli bilimciliğim ve yazıda alt metin okuma pratiğimin aşırı gelişmiş olmasına yorsak bile en iyimser yorumla bu kitap gerçekten kötü yazılmış.

Birçok örneği gibi...

Çocuk edebiyatında iyi bir eserle karşılaşmak çok zor. Yazılmış çoğu kitap ya biçimsel olarak çok sığ, adeta çocukların uçsuz bucaksız hayal dünyalarını cahilce hiçe sayıyor, ya da kısa yoldan birşeyler öğretmek derdinde, didaktik söylemle birlikte sıkıcılığın sınırlarını zorluyor.


Tüm bu kitapları okurken ya da onlara kitapçılarda göz atarken biz yetişkinlerin çocukların hayatlarına temas ederkenki "üstünkörü" tutumumuzun izlerine rastlıyorum. Onları sık sık fiziksel olarak gelişmemiş yani küçük insan taslaklarıymış gibi değerlendiriyoruz. Çocuklarımıza yemek yedirme korusundaki manyaklığa varmış aşırı hassasiyetimizi onların hayatlarının diğer alanlarına göstermeyerek ikili bir tutum sergilemekte beis görmeyebiliyoruz. Tıpkı misafir geldiğinde kendi rahatımızı düşünüp onları mutfakta ağızlarına birşeyler tıkarak doyurmak, kendimizin asla giymeyeceği desenlerde, renklerde vs. zevksizce giydirmek, onları duymamak, onlarla gerçekten sohbet etmemek ama en önemlisi hayal güçlerini küçümseyip karınlarını doyururken ruhlarını beslemeyerek yaptığımız gibi...

Saki"yi bilir misiniz? Ben üniversite yıllarında bir dizi tesadüf sonucu bulmuştum onu. Asıl adı Hector Hugh Munro. Saki takma adını rubailerden almış. Enteresan bir adam. Çok tuhaf ama bir o kadar da şaşırtıcı ve güzel hikayeleri var. "Masalcı Amca" adındaki hikayesinde tam da bu durumla yani yetişkinlerin çocukların dünyasını algılayamaması ile kafa buluyor.




Hikaye bir tren yolculuğu sırasında mürebbiyeleri tarafından bir türlü susturulamayan birkaç yaramaz çocuğu susturmak için onlara son derece sıradışı ama hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir masal anlatan bekar genç bir erkek yolcuyu ve elbette masalın kendisini konu ediniyor.

Ben 12 yaşındayken Bursa'ya TRT Çoksesli Korosu" sadece iki konser için gelmişti. Aynı gün bir matine bir suare. Ben profesyonel bir koroyu izlemeyi o kadar çok istiyordum ki babam her iki konser için de bilet aldı. Öğle saatlerinde olana yalnız gidecektim, akşamsa annem ve babamla birlikte. Gerçekten mutluluktan havalara uçmuştum. Bursa o zamanlar bugünkü gibi "küçük İstanbul" değildi, gerçek bir taşra kentiydi. Matineye gitmek için saatler öncesinden hazırlandım, en iyi kıyafetlerim olduğunu düşündüğüm kadife bir etekle beyaz bir gömlek giydim. - Gençken gerçekten çok kötü giyiniyordum, bu kötülüğün izlerini hala üzerimde görebiliyorum.- Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosunun koltuklarındaki yerimi erkenden alıp heyecanla konserin başlamasını bekledim. Konser başladıktan yarım saat sonra koro üyelerinde gözle görülür bir gevşeme olmuştu. O anda partisi olmayanlar aralarında sohbet ediyor, hatta şakalaşıyorlardı. Bunun sebebinin matineye okulların yani çocukların gelmesi olduğunu akşam konserinde anladım. İzleyicilerin yetişkin olduğu akşam seansında öğle saatlerindeki korodan eser yoktu. Çocuk olduğumuz için bizi ciddiye almamışlardı. O anki kalp kırıklığımı hala hatırlıyorum.

Ama kitaplar konusunda gerçekten şanslı bir çocuktum. İyi kitaplarla karşılaştım. Okuduğum ilk çocuk romanını asla unutmadığımı bugün kızımla birlikte yaptığımız okuma sırasında gözlerim dolarak fark ettim. O kitabı onlarca kez okumuştum.

Bugün ayrıca bir okuma önerisi yapmayacağım. İlk önerim bulunması neredeyse imkansız da olsa çocukluğum un ilk romanı olan " Çocuklar Yönetimde"  Küçük bir araştırma yaptım kitap hakkında. Meğer kitap sosyalist bir çocuk romanıymış. İsveç"te bir anaokulunda çocukların sıkıcı oyun ve faaliyetlerden bıkması sonucu yaptıkları başkaldırıyı, anne baba ve öğretmenlerini rehin alışlarını kendimden geçerek okuduğumu hatırlıyorum. Bugün tekrar okudum kitabı. Neredeyse aynı hazzı aldım. Karin öğretmenin kendini tramvay olarak gördüğü rüya, gece ve gündüzün çekişmesi, yoğurt savaşları, kitabın sonunda kralın çocuklardan korkup pes ederek kaçması...
Yazarın adı Gunnar Ohrlander ama Gormander takma adını kullanıyor. Ktabın künyesine de göz attım. Erdal Öz yayına hazırlamış. Arkadaş yayınlarından çıkmış ve son baskısını 1976"da yapmış.

İlk fırsatta yazlık evimizin çatısını didik didik arayacağım. Kızıma okutmak için sabırsızlanıyorum. Ve elime alıp tekrar koklamak için.

İkinci önerim benim jenerasyonumda kitap okuyan her eski çocuğun tahmin edebileceği gibi Samed Behrengi.. Özellikle de Küçük Kara Balık... Defalarca kez baskısı yapıldığı için bulmak kolay. Geriye ilk kez ya da bir kez daha okumak kalıyor.




Çocuklar su katılmamış gerçek bilgelerdir. Büyürken bilgelik yok olur. Çocukken okuduğumuz gerçek kitaplar bilgeliğin anısını ya da izini ömür boyu içimizde taşımamızı sağlar. Ruhlarımızı inceltir, algılarımızı açar. Belki de biz yetişkinlerin yapması gereken tek şey en azından onları ağızlarından beslemek kadar iyi kitaplarla karşılaşmalarına yardımcı olmak.

Ve içlerindeki bilgeliğe, uçsuz bucaksız yaratıcılığa saygı ve hayranlık duymak...

20 Aralık 2011 Salı

SAĞLIK ÜZERİNE UYDURULMUŞ MİTLER: ÜŞÜME, DETOKS, ALERJİ VS...

İnanılmaz gelebilir ama hayatımda gerçekten üşüdüğüm an sayısı bir elin parmaklarını geçmez. O anları hatırlıyorum da, sanki üşüme tüm bedenimi ele geçirmiştir. İnsanın saçları üşür mü? İşte benim o anlarda saçlarım bile  üşür. Birçok insanı üşüten –pencerenin açık kalması, iki kapı arasında “cereyanda” kalma, “ vücudumun bir bölümüne,-genellikle bel bölgesidir burası – yel girmesi (ne demekse?) nedenlerle üşümem ben. Bu anlardan bir tanesini hatırlıyorum da, ortaokul yıllarında Uludağ’da yapılacak uluslararası bir kayak şampiyonasının açılışına işgüzar valinin emriyle kalabalık yapmak amacıyla götürülmüştük.  Bacaklarımızda ince çoraplar ve üzerimizde okul formasıyla sporcu kortejinin gelmesini beklerken, yarım saat sonra bir metre karın içindeki bacaklarımızı hissetmemeye başlamıştık. Yaklaşık üç saat sonra, üzerlerinde kaz tüyü montları, atkıları ve eldivenleriyle birlikte sporcular geldiğinde, morarmış dudaklarımıza ve birbirine çarpan çenelerimize şaşkınlıkla baktıklarını anımsıyorum. O gün gerçekten üşümüştüm. (Şimdi hatırladım da yine aynı valinin isteğiyle aşırı sıcak bir gün Naim Süleymanoğlu’nu karşılamıştık. Bu adamın bize bir kastı mı vardı acaba? Arkadaşlarımın yarısının sıcaktan bayıldığını hatırlıyorum. Bir de Ziya Ül –Hak karşılaması var ki onu hatırlamaya bile kalbim dayanmıyor.)

Konumuza dönersek...
Bugün artık üşümenin hayat alışkanlıkları ile ilgili olduğunu düşünüyorum hatta buna eminim. Hayatınızda kaç kez “Oğlum, kızım üşüyeceksin, üzerine bir şey giy, ayağına çorap giy, atkını tak!” cümlesini duyduğunuzu düşünsenize. Muhtemelen yüzlerce kez. Size adeta üşümeniz gerektiği öğretilmiştir.
Yaz aylarında sokakta yürürken gördüğüm bebeklere gerçekten içim acıyor. Otuz beş derece sıcakta üzerlerindeki örme orlon hırkalara, kapalı ağızlarına, üst üste giydirilmiş kalın çoraplarına şaşkınlıkla bakıyorum. Hatta bazen bakamıyorum çünkü tüm bu kılığın üzerine örtülmüş olan ve bebeğin hava alışını tamamen engelleyen battaniye ya da naylon örtülerden onları görmem mümkün olmuyor. (Bu vesileyle doğduğum günden itibaren bana hiçbir şartta atlet giydirmeyen anneme teşekkür ediyorum.)
Toplu taşıma kullanmayı seven ve destekleyen biri olarak, sırf diğer yolcuların bitmez tükenmez üşümeleri yüzünden otobüsü veye minibüsü terörize etmişliğim çoktur. Otobüslerde camlar Ağustos ayı dışında neredeyse hep kapalıdır. Dolmuş ve minibüslerin cam açma mekanizmaları zaten kullanılmadıkları, ya da bu ortamlarda pencere açmak şoförün yetkisindeymiş gibi iptal edilmiştir. Böyle taşıtlara bindiğimde benden başka havasızlıktan şikayet eden olmaz. Ben de önce nezaketle, ardından tüm yolcuların nefretini kazanma pahasına kavga çıkararak en az bir camı açtırırım.
Sonuç olarak üşümekten neden bu kadar korktuğumuzu hiçbir zaman anlamış değilim. Hasta olma ihtimalinin soğuk havadan değil, herkesin soluk alıp verdiği ve hava sirkülasyonu olmadığı için bakterilerin üremesi için ideal sıcaklıkta kalan otobüs olduğunu anlattığım yolculuklarım bile olmuştur.
Yine öğrencilik yıllarımda, sıkça yaptığım İstabul – Ankara tren yolculukları ise benim nadiren üşüdüğüm anları içerir. Trenlerde kalorifer yakmak devletin bir kurumu olan TCDD’de ancak üst yazı ile olabildiğinden Kasım başında trende donma tehlikesi atlatmışlığım, -o günü hatırlıyorum, bir adam soyunmuş vücudunu gazete kağıdıyla sarmış, üzerine kıyafetlerini yeniden giymişti.-, Mayıs ayında ise cayır cayır yanan kaloriferler nedeniyle baygın düştüğüm çok olmuştur. (Bu şartlarda bile kimse cam açtırmaz)
Aslında insanın üşümekten bu kadar korkması,  ya da hastalanma korkusuyla kendini kat kat sarması, bende vücudunu çok da ciddiye almadığı hatta önemsemediği izlenimini yaratmıştır hep. Aslında vücut çoğu kez akıldan ve duygudan bağımsız bir mekanizmayla çalışır. Beyninizdeki ısı ayanlama merkezine, damarlarınızın ortama göre genişleyip, büzülmesine güvenebilirsiniz oysa. Tıpkı detoksa yüklenen aşırı anlamdaki sakatlık gibi.
Bazı arkadaşlarım kendilerine zaman zaman kesinlikle postmodern bir trendden ibaret olan detoks programları uyguluyorlar. Çiğ sebzelerin ve bitkilerin sularını içeren iğrenç sıvılar içiyorlar. Bir hafta boyunca tuhaf şeyler yiyorlar, saunaya falan giriyorlar. Bunu da kötü yaşam biçimlerinin, beslenmelerinin, alkol tüketimlerinin, egzersiz yapmamalarının vücutlarında yarattığı kötü etkileri ve içlerinde biriken “zehirleri” atmak için yaptıklarını iddia ediyorlar. Hatta bunları planlayan ve öneren birtakım insanlara gidip ciddi paralar  ödüyorlar.
Ne mutlu bize ki vucuttaki gerçek detoks için bunlara ihtiyacımız yok, çünkü bu bizim irademize kalsaydı muhtemelen ölürdük. Karaciğer gibi bir organımız olduğu için şükretmeliyiz. Bunun yerine ilkokuldan beri hepimize öğretilen sağlığımıza dikkat etmekle ilgili aslında sihirli olmayan ve sıkıcı bilinenleri uygulayarak kendimize ve karaciğerimize yardım edebiliriz. Ama artık kimse sıradan doğrulardan hoşlanmıyor. Herkes mucize peşinde koşuyor.
Alerji meselesi ise biraz daha karmaşık görünüyor. Gerçek alerjinin varlığına, bunun hayatı çok kötü etkilediğine ve alerjinin mekanizması karışık ve kriterleri kesin olmayan yapısına inanmakla birlikte, varlığının özellkle birtakım kadınlardaki nevrozun dışa vurumu yada hastalığı hayat dinamiği yapmanın mükemmel bir örneği gibi algılıyorum. Gerek mesleğim gereği yaptığım alerji sorgulamaları, gerekse normal hayatımda gördüğüm “alerji vakaları” bana gerçekten biraz uzakmış gibi görünüyor. Artık azımsanamayacak kadar çok insanda – üzgünüm ama özellikle de kadında – sağlıklı olmaya karşı alerji olduğunu düşünüyorum.
Modern çağda hasta hekim ilişkisinde çok dillendirilmeyen bir özellik oluştu sanki. Özellikle internet yardımıyla kendisine tanı koymakta çok mahirleşen hasta, şikayetiyle –aslında kafasında kendine koyduğu tanıyla – hekime gidiyor. Artık hastaların hekimlerinin kararlarını ve hatta tedavilerini belirlemede gizil bir gücü var. Hastalar semptomları dayatıyor, hekimler zorlama tanılar koyuyor. Tabii kapitalist sistem ve onun vazgeçilmez unsuru olan ilaç firmaları da bu durumu çılgınca pompalıyor. Sonuçta kehanet kendini gerçekleştiriyor.
Üşüyün birşey olmaz, kendinizi dinç hissedersiniz, bir bakmışsınız artık üşümüyorsunuz, Terli terli su için böylece terleyerek kaybettiğiniz sıvıyı yerine koymuş olursunuz. Camları açın, havalansın bulunduğunuz ortam. Özel sağlık sigortanız var diye poliklinik poliklinik, doktor doktor dolaşmayın.
Çocuklarınız ve siz hastalanın ayrıca. Sizi öldürmeyen güçlendirir derler ya. Bırakın vücudunuz baş etmeyi öğrensin.
Kısacası vücudunuza güvenin. O işini bilir...

* Okunmazsa birşey kaybedilmeyecek kitap önerileri
Ruh Üşümesi - Adalet Ağaoğlu


6 Aralık 2011 Salı

KLASİK MÜZİK ÜZERİNE FİKİR UÇUŞMALARI 1

Üzgünüm.


Öleni yazıyla anmaya kalkanların hep düştüğü tuzaktır onu anlatırken aslında kendilerini anlatıyor olmaları..  Hayatta kalanların bencilliklerini ölüm karşısında bile rafa kaldıramamaları.. Bu yazıları okumak beni çileden çıkarır.. Ama şu an, bu tuzağa bile isteye düşeceğim.

Onu bir kez dinleme fırsatım olmuştu. Aynı gün içinde bir prova bir de konser.. Kuliste tüm zarafetiyle gülümseyerek bakmıştı bana fotoğrafını çekerken. Ölümünü duyunca içimde birşey sızladı.

O günü ve onun konserini düşünüyordum en son.. Bir bakmışım ki üç beş yıl önce beni elimde fotoğraf makinesi, şehrin senfoni orkestrasının kulisine, sahne arkasına, provalarına götüren düşünceye varmışım.

Bugün biraz kolaya kaçıp, birkaç yıl önce yazdığım bir yazıyı kopyalıyor sonra da "Klasik Müzik Üzerine Fikir Uçuşmaları 2" nin düşünsel ısınma turlarını atmaya başlıyorum.


                   “SHINE’DAKİ BAŞROL”ÜN SURETİ *

Deliliğin uzun ince yoluna girmiş kişi, hele bir de o yoldan geri dönmüşse, —ki bu durumda biz ona yarı-deli diyebiliriz— “normal” olduğu tescilli olanları hem korkutur hem meraklandırır. Geri dönmüş olduğu için meraklandırır, geri dönüş vizesi aldığına göre, normal kişi onunla iletişim kurabilecektir. Onun hareketlerini izlemek, arada öte tarafa kaydığı anları tesbit etmek keyiflendirecektir onu. Tehdit de yoktur ne de olsa, normal insanlar güvende olmak ister. Eğer karşısındaki yarı deli değil de gömleğiyle dolaşan bir komple deli olsaydı, hiç düşünmeden, bir refleks sonucu karşı kaldırıma çoktan geçmişti. Belki ona göstermemeye çalışarak dönüp bakardı, o kadar. (Deliler bu bakışlarla dalga geçmeyi nasıl da iyi bilir, normaller bunu gözden kaçırır oysa.) Normalin, adımlarını hızlandırmış, konumunun ayrıcalıklarını içinden sayarak rahatlayan kaçısında onu arkasındakiyle eşitleyen bir şeyler yok mudur?

Yarı-deliyi, yani normallerin erişemeyeceği o kör noktaya gidip ölmüş, sonra mucizevi biçimde dirilip oradan bir şeyler alarak geri dönmüş kişiyi izlemek neredeyse herkesi rahatlatır. Çünkü onu izlerken, öldükten sonra ne olacağının bilgisine ermenin imkânsızlığı yok oluverir. Ne de olsa bir kez ölmüştür o, varlığıyla mucizenin teminatıdır. Geri dönerken, normallerin elinde olmayan o ne olduğu açıklanamaz şeyi getirmenin rahatlığıyla bakar bir an, delip geçerek... Korkutan işte onun bu bakışıdır, güldürerek rahatlatansa, bize “henüz hayatta” olduğumuzu hatırlatması...

Kendini izlettirme peşindeki filmlerin, delilik halleri ile ilgili temalara yakın durması şaşırtıcı olmasa gerek. Hollywood usulü şipşakçılık formüllerinden biri. Dâhi-deli sokağına rehberli turlar son derece güvenli ne de olsa, egzotik yoksul ülkelere giderken aşı yaptıran soylular misali böylesi filmleri izleyenler, ışıklar yanıp da perde çekilince güvenlik dolu site-yuvalarına döneceklerdir, tehlike yoktur. “Shine” da böyle filmlerden biriydi; bir piyanistin şizofreni ile manik depresif bozukluk arasında salınan hayatını anlatırken, David Helfgott’u da filmdeki aslı ve hayattaki sureti olarak ikiye bölüveriyordu.



Bu akşam Lütfi Kırdar Kongre Merkezinin konser salonunda Shine’daki adamın provasını izleme ayrıcalığım var, iki konserinin fena halde cüzdan yakan biletleri satışa çıktığı gün tükenmiş, oysa ben kucağımdaki fotoğraf makinesinin bana sağladığı ayrıcalık sayesinde en ön koltukta oturmuş, filmde Geoffrey Rush yüzüyle izlediğim David Helfgott’un provasına başlamasını bekliyorum. Şaşırtıcı biçimde onun mu Geoffrey Rush’a benzediğini yoksa aktörün m ona benzetildiğini çıkaramıyorum. Çocuk adımlarıyla piyanosunun başına geliyor. Hastalığının derin kuyusundan geri dönerken müzikle birlikte dokunuşu da yanında getirmiş olmalı, sürekli temas etmek istiyor, belki bir bakıma düşmemek için bir duvara tutunmak... Çalmadığı her an orkestra üyelerine sarılıyor, çaldığı anlardaysa belli ki hiç bitmesin istiyor. Çalarken bütün kalabiliyor çünkü, dağılmadan ve düşme tehlikesi duymadan. Bir anda kanım kaynıyor ona ve zorlukla durdurduğum bir itkiyle “Hemen onu buradan götürün, bütün salon ona gülecek yoksa” demek geçiyor içimden.

 Makineyi elime alamıyorum, onun parmağının hareketleri beni hareketsiz bıraktı. Deklanşör sesinin bütünlüğünü bozacağından korkuyorum, bir ufacık tık’la dağılıp gidebilir. Ürkerek birkaç kare çekiyorum. Bana bakmıyor ama o sesi duyduğuna eminim. Prova bittikten sonra yerinden kalkıyor, gülerek, el sallayarak, önündekileri sarılıp öperek sahneden ayrılıyor.



Konserin programı belli, filmde kullanılmış bütün eserler çalınacak. Ve elbette filmin piyanistle birlikte ünlendirdiği Rachmaninoff’un “3. Piyano Konçertosu” da. Film zaten “dünyada çalınması en zor eser” etiketini yapıştırmış ona, yargısını bir cümlede sorgulamadan kabullenmeye hazır, hazıryiyenlerin kafasına baskı unsuru gibi nakşetmiş. Geriye bu güç gösterisini ya da rekor denemesini izlemek kalıyor.

Konserin başlamasına on beş dakika kala, sahne arkasındaki dar aralıktan geniş salonu izlerken, orada neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Tek bir boş koltuk yok, birazdan bin yedi yüz kişi karşı kaldırımdan onu seyredecek. Kültür histerisinin kendini çoğaltan ve güçlendiren etkisiyle kendilerini bu salonda bulmuşlar. “Shine”daki başrolü kanlı canlı dünya gözüyle bir görmek, filmin sağlamasını yapıp rahatlamak istiyorlar. David Helfgott, üzerinde parlak kırmızı gömleği sahnede beliriyor. Kızarıyorum, yüzüm onun gömleğinin renginde, bu renkte mi eşitleneceğiz? Mümkün mü? Çekinmeden onunla konuşabilecek olsaydım eşitlenebileceğimizi kanıtlardım belki.  Salon alkıştan yıkılıyor, Helfgott alkışlandıkça zıplıyor, zıpladıkça daha çok alkışlanıyor. Sevimli, yaramaz bir yaşlı-çocuk. Koşarak sahneye girmek, onu elinden tutup oradan çıkartmak ve rahatça yaşayabileceği bir düzenin içine yerleştirmek istiyorum. Artık bunun bir konser değil bir gösteri olduğunun farkındayım. Ama o bir gösterinin içinde olduğunun farkında mı? Gösteri onun için ne anlam ifade ediyor? Bu gösteriyi hiç görmemiş olmak için bilet fiyatının iki mislini ödemeye hazırım, ama çok geç artık.

Deha ve delilik gerçekten her zaman yanyana mı? Virtüozite dehanın neresinde ikamet ediyor? Kendi içindeki kuyudan geri dönerken yanında “yarattığını” getiren kişiye ne diyeceğiz? Filmin yarattığı etkiye son cilayı çeken basın bültenleri bu şüpheleri —gerçi kimse şüphe içinde görünmüyor— bir kalemde yok ediyor. Efsane dâhinin geri dönüşü ve onun aklını alan Rachmaninoff’la tekrar hesaplaşması aynı cümle içinde kendine yer buluyor. Ama yaptığı Rachmaninoff kayıtları belli ki yaratılmak istenen etkiye ters düşecek.

Birilerinin hastalıkları, sakatlıkları hakkında konuşurken seslerimizi alçaltıp, elimizle ağzımızı kapatan bizler, bir filmle hayatı, piyanistliği hatta hastalığı ile ilgili tüm derinliği yok edilerek karikatür haline getirilmiş birinin, reklâm kampanyaları ile posasının çıkarılmasını seyrederken aslında ne seyrettiğimizin farkında mıyız? Hayatta olduğumuzu, “ölmemiş” olduğumuzu mu hatırlatıyor bize izlediklerimiz, yoksa onda olduğunu sandığımız ama bizde olmayan dehaya duyduğumuz kıskançlık, yaşadıklarının sekellerini izlerken nötrleniyor mu?
Kafamdaki sorularla tam onun önünde duruyorum. Ben sahne arkasındayım, o sahnede. Aramızda kalın bir duvar var, ama salondan gelen kahkahaları duymama engel olamıyor. “Shine”daki başrolün sureti sadece bu soruları sordurturken bile ağır bir bedel öüyor. Acaba David Helfgott beni anlar mı? O bizi anlamazken biz onun çaldığı Rachmaninoff’u nasıl anlayacağız?  

* Bu yazı Express dergisinin 109. sayısında yayınlandı. Editörlerinin müthiş yaratıcılığı ile "Normallerin Hezeyanı" başlığı atılmıştı.  Bu arada Express ve Roll kapanmadı, benim için hala yaşıyorlar.

*Okuma Önerileri
Son Nefesim - Luis Bunuel (Afa Sinema)

*İzleme Önerileri
Meeting Venüs -İstvan Szabo 1992

*Dinleme Önerileri
Tannhauser - R. Wagner