3 Haziran 2013 Pazartesi

İNSANLAR, MEYDANLAR, EYLEMLER

İstanbul’da birilerine altın tabaklarda sunulan projelerin, arsaların, paraların, köprülerin uğruna ruhumuzun bile duymadığı kaç yüz bin ağaç kesildi, kesilecek? Üçüncü köprünün yapılabilmesi için 1 milyon 600 bin ağacın kesilmesi gerekiyor ve yarısı şimdiden kesildi bile. Bu haber karşımıza bir şekilde çıktığında eminim içimiz cız ediyor ama bu doğa katliamını önlemek için mücadele zorunluluğu, birkaç çevreci sivil toplum kuruluşu ve bir avuç çılgın aktivist dışında kimseyi harekete geçiremiyor. Ta ki, milyon küsur ağacı katleden zihniyet, kentin en büyük meydanının yanı başındaki bir avuç ağaca göz dikene kadar. İşte o zaman yüz kişinin parkını koruma için naif sayılabilecek gayreti kelebek etkisi misali, tüm kente hatta ülkeye yayılıveriyor.   
 Bu toplumsal  tepkinin- tepkimenin nedeni, birkaç çevreci romantiğin ve Cihangir eşrafının komşuları parktaki ağaçları koruma gayreti midir? Hiç sanmıyorum.
Öncelikle şu “Topçu Kışlası” meselesini irdeleyelim o zaman… Topçu Kışlası 1780 yılında 3. Selim tarafından inşa ettirilmiş. Amacı da kentin Avrupa yakasında Selimiye kışlasının bir muadili olmasıymış. Hayatta kaldığı süre içinde İstanbul’daki önemli binaların kaderini o da paylaşarak birkaç yangın geçirmiş. Israrla ve her seferinde daha şaşaalı bir şekilde yenilenmiş. Osmanlı tarihinin önemli olaylarına tanıklık etmiş. 31 Mart olaylarının çıkış noktası burasıymış. 1913 yılında ise ortasındaki avlu futbol maçları için kullanılmış, burada sirkler, cambazhaneler kurulmuş, at yarışları düzenlenmiş. Cumhuriyetten sonra da avlu futbol stadı olarak kullanılmaya devam etmiş, adı “Taksim Stadı” olmuş. Hatta Türk Milli takımı ilk resmi maçını Romanya ile burada yapmış. Sonra ne olmuş?... 1940’da dönemin valisi Lütfü Kırdar, Fransız bir şehir planlamacısının da fikrini alarak yıkım kararı aldırmış. Sonrası için birçok başka plan varmış ama hiçbiri yerine gelmemiş. “Gezi Parkı” inşa edilmiş yerine. O gün bugündür de varlığını sürdürmüş.
Merak ettiğim 250 yıllık bir binanın 1940’da neden ve nasıl yıkıldığı. Bu yıkım kararının alınmasında nedense o yıllardan burnuma kötü bir koku geliyor.
Daha çok merak ettiğim ise neredeyse 70 yıldır orada duran, İstanbul’un belleğine kazınmış olaylara tanıklık etmiş Gezi Parkı’na neden göz dikildiği? Bunun cevabını bildiğimi düşünüyorum ve bu kez kötü kokuları burnumun dibinde hissedebiliyorum.
Her ne kadar “Topçu Kışlası yapılacak, başka yolu yok, içinde müze mi olur, alışveriş merkezi mi olur? Ona henüz karar vermedik” diye bas bas bağıran ses kararlı görünse de, yapılacak Topçu Kışlası, Antalya’daki Topkapı Palace, Kremlin Palace gibi temalı otel adı verilen ucube yapılardan biri olmanın ötesine geçebilir mi? Mimaride “kurgu mekan” denilen bu acayip türde, olmayan nitelikler varmış gibi gösterilmeye çalışılır (artık orası kışla değildir), yer ve zaman ilişkisi kurulmaz, mekan hem kendisi hem de çevresiyle çelişkiler içindedir.
“Zamanında orada Topçu Kışlası vardı, yine olacak” diyen zihniyet, 1969 yılından beri orada tüm mekânsal ilginçliği ve zarafetiyle duran Atatürk Kültür Merkezi hakkında “Yıkacağız da yıkacağız” demekte beis görmemektedir.
Konuya ne kadar soğuk ve uzaktan bakmaya çalışsak da bu noktada ideolojik histeriyi görmezden gelebilir miyiz?
Peki, bu zihniyet, ilk kez mi kendi bildiğini okumaktadır? Elbette hayır? 10 yıldır artan bir ivmeyle, güçlendikçe saçmalaşmaktadır. Toplumsal hayat üzerinde her geçen gün daha da fütursuz, daha küstah olmaktadır. Yediğimizden içtiğimize, giydiğimizden çocuk sayımıza, çocuk sahibi olup olmama hakkımıza her konuda coştukça coşmaktadır. Ama bu şiddette bir tepkiyle belki de ilk kez karşılaşmaktadır.
Çünkü ağacını ve parkını korumak için sokağa dökülenlerle aslında aynı kaygıyı taşımaktadır. Mareşal olmak için “meydan” savaşı kazanmak gerekir. Sanal çeteleri bahane ederek istediğini sonu belli olmayan sürelerle hapse atmak, sigaraya karışmak, içkiyi yasaklamak, insanların çocuk sayısını belirlemeye kalkmak, kürtajı yasaklamak mutlak galibiyet için yetmez.  Bu özgüvenin, bu fütursuzluğun, bu ne isterse yapıyor olmanın Taksim Meydanı’nda imtihan edilmesi ve tescillenmesi gerekir.
Meydanlar önemlidir. Eski Yunan’da halkın tartıştığı, önemli siyası kararların alındığı, düşünürlerin, aydınların hayata dair, gerçeğe dair fikirler üretip birbirleriyle paylaştığı, tragedyaların günlerce ve gecelerce tekrar ve tekrar okunarak halkın toplumsal travmalarıyla başa çıkmaya çalışıp yasını tuttuğu  “agora”ların günümüz dünyasına yansımalardır Taksim meydanı, Tahrir meydanı, Kızıl meydan ve Tianamnen meydanı.

Acaba bugün emekçi kesimin, bayramlarını Taksim meydanında kutlamak istemesi -hele de Kazlıçeşme’de, Okmeydanı’nda, Kadıköy’de, Çağlayan’da rahat rahat, ferah ferah kutlayabilecekken- çocukça, ergence bir şımarıklık mıdır? Yoksa 1977’de orada yaşananların yasını tutma, “bu kez o travmayı burada anıp ölmeden evimize döneceğiz” demek midir? “Yılda bir kez ülkenin gözü bizi görsün” demek midir? 


O yüzden değil midir ki Mısır’da devrim bir meydanda noktasını koymaya çalışmıştır. Çin’de 1989 yılında öğrenciler, işçiler, aydınlar bir partiye, bir yönetime isyanlarını bir meydana kanlarını akıtarak göstermişlerdir. Koskoca bir Rus devrimi rengini o yüzden bir meydana vermiştir.



Meydanlar önemlidir. O yüzden egemen sesler, ne kadar egemen olduklarını sansalar da meydanları ele geçirmeden bir türlü tatmin olmazlar, olamazlar. Bu yüzden toplum ne kadar kaybettiğini, örselendiğini değiştirildiğini düşünse de meydanına göz dikildiğinde bambaşka bir dinamiğe bürünür. İşgalin son noktası bayrağı meydana dikmektir. Bu her zaman acılı olur.
Meydanlar önemlidir. Meydanlar halklarındır, iktidarların değil.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder