6 Aralık 2011 Salı

KLASİK MÜZİK ÜZERİNE FİKİR UÇUŞMALARI 1

Üzgünüm.


Öleni yazıyla anmaya kalkanların hep düştüğü tuzaktır onu anlatırken aslında kendilerini anlatıyor olmaları..  Hayatta kalanların bencilliklerini ölüm karşısında bile rafa kaldıramamaları.. Bu yazıları okumak beni çileden çıkarır.. Ama şu an, bu tuzağa bile isteye düşeceğim.

Onu bir kez dinleme fırsatım olmuştu. Aynı gün içinde bir prova bir de konser.. Kuliste tüm zarafetiyle gülümseyerek bakmıştı bana fotoğrafını çekerken. Ölümünü duyunca içimde birşey sızladı.

O günü ve onun konserini düşünüyordum en son.. Bir bakmışım ki üç beş yıl önce beni elimde fotoğraf makinesi, şehrin senfoni orkestrasının kulisine, sahne arkasına, provalarına götüren düşünceye varmışım.

Bugün biraz kolaya kaçıp, birkaç yıl önce yazdığım bir yazıyı kopyalıyor sonra da "Klasik Müzik Üzerine Fikir Uçuşmaları 2" nin düşünsel ısınma turlarını atmaya başlıyorum.


                   “SHINE’DAKİ BAŞROL”ÜN SURETİ *

Deliliğin uzun ince yoluna girmiş kişi, hele bir de o yoldan geri dönmüşse, —ki bu durumda biz ona yarı-deli diyebiliriz— “normal” olduğu tescilli olanları hem korkutur hem meraklandırır. Geri dönmüş olduğu için meraklandırır, geri dönüş vizesi aldığına göre, normal kişi onunla iletişim kurabilecektir. Onun hareketlerini izlemek, arada öte tarafa kaydığı anları tesbit etmek keyiflendirecektir onu. Tehdit de yoktur ne de olsa, normal insanlar güvende olmak ister. Eğer karşısındaki yarı deli değil de gömleğiyle dolaşan bir komple deli olsaydı, hiç düşünmeden, bir refleks sonucu karşı kaldırıma çoktan geçmişti. Belki ona göstermemeye çalışarak dönüp bakardı, o kadar. (Deliler bu bakışlarla dalga geçmeyi nasıl da iyi bilir, normaller bunu gözden kaçırır oysa.) Normalin, adımlarını hızlandırmış, konumunun ayrıcalıklarını içinden sayarak rahatlayan kaçısında onu arkasındakiyle eşitleyen bir şeyler yok mudur?

Yarı-deliyi, yani normallerin erişemeyeceği o kör noktaya gidip ölmüş, sonra mucizevi biçimde dirilip oradan bir şeyler alarak geri dönmüş kişiyi izlemek neredeyse herkesi rahatlatır. Çünkü onu izlerken, öldükten sonra ne olacağının bilgisine ermenin imkânsızlığı yok oluverir. Ne de olsa bir kez ölmüştür o, varlığıyla mucizenin teminatıdır. Geri dönerken, normallerin elinde olmayan o ne olduğu açıklanamaz şeyi getirmenin rahatlığıyla bakar bir an, delip geçerek... Korkutan işte onun bu bakışıdır, güldürerek rahatlatansa, bize “henüz hayatta” olduğumuzu hatırlatması...

Kendini izlettirme peşindeki filmlerin, delilik halleri ile ilgili temalara yakın durması şaşırtıcı olmasa gerek. Hollywood usulü şipşakçılık formüllerinden biri. Dâhi-deli sokağına rehberli turlar son derece güvenli ne de olsa, egzotik yoksul ülkelere giderken aşı yaptıran soylular misali böylesi filmleri izleyenler, ışıklar yanıp da perde çekilince güvenlik dolu site-yuvalarına döneceklerdir, tehlike yoktur. “Shine” da böyle filmlerden biriydi; bir piyanistin şizofreni ile manik depresif bozukluk arasında salınan hayatını anlatırken, David Helfgott’u da filmdeki aslı ve hayattaki sureti olarak ikiye bölüveriyordu.



Bu akşam Lütfi Kırdar Kongre Merkezinin konser salonunda Shine’daki adamın provasını izleme ayrıcalığım var, iki konserinin fena halde cüzdan yakan biletleri satışa çıktığı gün tükenmiş, oysa ben kucağımdaki fotoğraf makinesinin bana sağladığı ayrıcalık sayesinde en ön koltukta oturmuş, filmde Geoffrey Rush yüzüyle izlediğim David Helfgott’un provasına başlamasını bekliyorum. Şaşırtıcı biçimde onun mu Geoffrey Rush’a benzediğini yoksa aktörün m ona benzetildiğini çıkaramıyorum. Çocuk adımlarıyla piyanosunun başına geliyor. Hastalığının derin kuyusundan geri dönerken müzikle birlikte dokunuşu da yanında getirmiş olmalı, sürekli temas etmek istiyor, belki bir bakıma düşmemek için bir duvara tutunmak... Çalmadığı her an orkestra üyelerine sarılıyor, çaldığı anlardaysa belli ki hiç bitmesin istiyor. Çalarken bütün kalabiliyor çünkü, dağılmadan ve düşme tehlikesi duymadan. Bir anda kanım kaynıyor ona ve zorlukla durdurduğum bir itkiyle “Hemen onu buradan götürün, bütün salon ona gülecek yoksa” demek geçiyor içimden.

 Makineyi elime alamıyorum, onun parmağının hareketleri beni hareketsiz bıraktı. Deklanşör sesinin bütünlüğünü bozacağından korkuyorum, bir ufacık tık’la dağılıp gidebilir. Ürkerek birkaç kare çekiyorum. Bana bakmıyor ama o sesi duyduğuna eminim. Prova bittikten sonra yerinden kalkıyor, gülerek, el sallayarak, önündekileri sarılıp öperek sahneden ayrılıyor.



Konserin programı belli, filmde kullanılmış bütün eserler çalınacak. Ve elbette filmin piyanistle birlikte ünlendirdiği Rachmaninoff’un “3. Piyano Konçertosu” da. Film zaten “dünyada çalınması en zor eser” etiketini yapıştırmış ona, yargısını bir cümlede sorgulamadan kabullenmeye hazır, hazıryiyenlerin kafasına baskı unsuru gibi nakşetmiş. Geriye bu güç gösterisini ya da rekor denemesini izlemek kalıyor.

Konserin başlamasına on beş dakika kala, sahne arkasındaki dar aralıktan geniş salonu izlerken, orada neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Tek bir boş koltuk yok, birazdan bin yedi yüz kişi karşı kaldırımdan onu seyredecek. Kültür histerisinin kendini çoğaltan ve güçlendiren etkisiyle kendilerini bu salonda bulmuşlar. “Shine”daki başrolü kanlı canlı dünya gözüyle bir görmek, filmin sağlamasını yapıp rahatlamak istiyorlar. David Helfgott, üzerinde parlak kırmızı gömleği sahnede beliriyor. Kızarıyorum, yüzüm onun gömleğinin renginde, bu renkte mi eşitleneceğiz? Mümkün mü? Çekinmeden onunla konuşabilecek olsaydım eşitlenebileceğimizi kanıtlardım belki.  Salon alkıştan yıkılıyor, Helfgott alkışlandıkça zıplıyor, zıpladıkça daha çok alkışlanıyor. Sevimli, yaramaz bir yaşlı-çocuk. Koşarak sahneye girmek, onu elinden tutup oradan çıkartmak ve rahatça yaşayabileceği bir düzenin içine yerleştirmek istiyorum. Artık bunun bir konser değil bir gösteri olduğunun farkındayım. Ama o bir gösterinin içinde olduğunun farkında mı? Gösteri onun için ne anlam ifade ediyor? Bu gösteriyi hiç görmemiş olmak için bilet fiyatının iki mislini ödemeye hazırım, ama çok geç artık.

Deha ve delilik gerçekten her zaman yanyana mı? Virtüozite dehanın neresinde ikamet ediyor? Kendi içindeki kuyudan geri dönerken yanında “yarattığını” getiren kişiye ne diyeceğiz? Filmin yarattığı etkiye son cilayı çeken basın bültenleri bu şüpheleri —gerçi kimse şüphe içinde görünmüyor— bir kalemde yok ediyor. Efsane dâhinin geri dönüşü ve onun aklını alan Rachmaninoff’la tekrar hesaplaşması aynı cümle içinde kendine yer buluyor. Ama yaptığı Rachmaninoff kayıtları belli ki yaratılmak istenen etkiye ters düşecek.

Birilerinin hastalıkları, sakatlıkları hakkında konuşurken seslerimizi alçaltıp, elimizle ağzımızı kapatan bizler, bir filmle hayatı, piyanistliği hatta hastalığı ile ilgili tüm derinliği yok edilerek karikatür haline getirilmiş birinin, reklâm kampanyaları ile posasının çıkarılmasını seyrederken aslında ne seyrettiğimizin farkında mıyız? Hayatta olduğumuzu, “ölmemiş” olduğumuzu mu hatırlatıyor bize izlediklerimiz, yoksa onda olduğunu sandığımız ama bizde olmayan dehaya duyduğumuz kıskançlık, yaşadıklarının sekellerini izlerken nötrleniyor mu?
Kafamdaki sorularla tam onun önünde duruyorum. Ben sahne arkasındayım, o sahnede. Aramızda kalın bir duvar var, ama salondan gelen kahkahaları duymama engel olamıyor. “Shine”daki başrolün sureti sadece bu soruları sordurturken bile ağır bir bedel öüyor. Acaba David Helfgott beni anlar mı? O bizi anlamazken biz onun çaldığı Rachmaninoff’u nasıl anlayacağız?  

* Bu yazı Express dergisinin 109. sayısında yayınlandı. Editörlerinin müthiş yaratıcılığı ile "Normallerin Hezeyanı" başlığı atılmıştı.  Bu arada Express ve Roll kapanmadı, benim için hala yaşıyorlar.

*Okuma Önerileri
Son Nefesim - Luis Bunuel (Afa Sinema)

*İzleme Önerileri
Meeting Venüs -İstvan Szabo 1992

*Dinleme Önerileri
Tannhauser - R. Wagner




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder