25 Aralık 2011 Pazar

SANAT: SADECE ÇOCUKLARA..

Tüm bunları düşünmem ve yazmam, yani herşey; her Cuma olduğu gibi bu Cuma da kızımın okul çantasını açıp ödevleri ile birlikte hafta sonu okuması için okuldan gönderilen kitabı bulmam ve can sıkıntısından o uyuduktan sonra kitabı okumamla başladı. Bünyemde okuldan hafta sonu için gönderilen kitaplara karşı bir tür negatif duyarlılık zaten başlamış ve kendimce konuyu sessizce takibe almıştım ama bu hafta sonu iplerin koptuğunu söyleyebilirim.

Elbette ki çok küçük bir ihtimalle de olsa başımı ağrıtmak istemediğimden kitabın adını, sanını yazmayacağım. Bu küçücük hikayenin yazarı kariyeri boyunca birçok okulda edebiyat öğretmenliği yaptığını, çocuk öyküleri roman ve oyunlar yazdığını, bu yazdıklarından bazılarının ödüle değer bulunduğunu, TRT"de birçok oyununun yayınlandığını belirtmiş özgeçmişinde.Yazar; köyde yaşayan bir aile, oğulları - biz ona Ali diyelim- Ali"nin çok sevdiği köpeği ve buzağıları ile ilgili son derece sıradan bir hikaye anlatıyor ki sıradan olması elbette sorun değil. Bilindiği üzere yazının en iyi örnekleri sıradan hikayeler anlatır, önemli olan hikayenin nasıl anlatıldığı yani biçimdir. Sadece birkaç cümle paylaşacağım kitaptan.

" Ali annesine sokuldu, boynuna sarıldı, cilveler yaptı, onu öpücük yağmuruna tuttu,. Koparılması zor bir isteği olduğu zaman hep böyle yapardı."

Birkaç cümle sonra:

" Ali mışıl mışıl uyuyordu. Uyurken öyle sevimliydi ki... Uzun kirpikleri, ince dudakları, pembe yüzü annesinin gözüne bir başka gözüktü. Onu uyandırmaya kıyamadı. Bir süre oturup başında bekledi. Sonra eğildi, öpe koklaya hafifçe sarstı."

Şimdi " Ne var bunda, sevgi dolu bir aile işte" deyip benim algımda bir sakatlık olduğunu düşünebilirsiniz ki bunun gerçek olmasını içtenlikle dilerim ve sakatlığımla kesinlikle baş edebilirim. Ama ilerleyen sayfalarda Ali"nin babası annesine şöyle der ki bu söylemde sevgi dolu aileye gölge düşüren birşeyler var gibidir.

" - Amaan be kadın. Sana söz anlatmak öyle zor ki. Uzatma artık."

İştahı kabarmak, doymak bilmemek, sütten çatlayacak gibi olan memeler, süt dolu memelerin bacakların arasına sığmaması, buzağının annesinin memelerine saldırması, ineğin ise onun tüylerini kendinden geçercesine yalaması gibi ifadeler özellikle anne oğul arasında kitap boyunca uçuşup durdu.

Kitabın 7- 11 yaş için yazıldığı da hesaba katılıp bunun bir Yaşar Kemal romanı olmadığı düşünülürse bu ifadelerin bu yaş grubu çocuklar için biraz fazla olduğu söylenebilir mi acaba? Ki bu zorluğu kitabı kızımla okurken yaşadığımı, onun sürekli "anne burada ne demek istiyor? gibi sorularını yanıtlarken çektiğimi söyleyebilirim.

 Bu ifadeler içindeki "sakatlığı" benim adli bilimciliğim ve yazıda alt metin okuma pratiğimin aşırı gelişmiş olmasına yorsak bile en iyimser yorumla bu kitap gerçekten kötü yazılmış.

Birçok örneği gibi...

Çocuk edebiyatında iyi bir eserle karşılaşmak çok zor. Yazılmış çoğu kitap ya biçimsel olarak çok sığ, adeta çocukların uçsuz bucaksız hayal dünyalarını cahilce hiçe sayıyor, ya da kısa yoldan birşeyler öğretmek derdinde, didaktik söylemle birlikte sıkıcılığın sınırlarını zorluyor.


Tüm bu kitapları okurken ya da onlara kitapçılarda göz atarken biz yetişkinlerin çocukların hayatlarına temas ederkenki "üstünkörü" tutumumuzun izlerine rastlıyorum. Onları sık sık fiziksel olarak gelişmemiş yani küçük insan taslaklarıymış gibi değerlendiriyoruz. Çocuklarımıza yemek yedirme korusundaki manyaklığa varmış aşırı hassasiyetimizi onların hayatlarının diğer alanlarına göstermeyerek ikili bir tutum sergilemekte beis görmeyebiliyoruz. Tıpkı misafir geldiğinde kendi rahatımızı düşünüp onları mutfakta ağızlarına birşeyler tıkarak doyurmak, kendimizin asla giymeyeceği desenlerde, renklerde vs. zevksizce giydirmek, onları duymamak, onlarla gerçekten sohbet etmemek ama en önemlisi hayal güçlerini küçümseyip karınlarını doyururken ruhlarını beslemeyerek yaptığımız gibi...

Saki"yi bilir misiniz? Ben üniversite yıllarında bir dizi tesadüf sonucu bulmuştum onu. Asıl adı Hector Hugh Munro. Saki takma adını rubailerden almış. Enteresan bir adam. Çok tuhaf ama bir o kadar da şaşırtıcı ve güzel hikayeleri var. "Masalcı Amca" adındaki hikayesinde tam da bu durumla yani yetişkinlerin çocukların dünyasını algılayamaması ile kafa buluyor.




Hikaye bir tren yolculuğu sırasında mürebbiyeleri tarafından bir türlü susturulamayan birkaç yaramaz çocuğu susturmak için onlara son derece sıradışı ama hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir masal anlatan bekar genç bir erkek yolcuyu ve elbette masalın kendisini konu ediniyor.

Ben 12 yaşındayken Bursa'ya TRT Çoksesli Korosu" sadece iki konser için gelmişti. Aynı gün bir matine bir suare. Ben profesyonel bir koroyu izlemeyi o kadar çok istiyordum ki babam her iki konser için de bilet aldı. Öğle saatlerinde olana yalnız gidecektim, akşamsa annem ve babamla birlikte. Gerçekten mutluluktan havalara uçmuştum. Bursa o zamanlar bugünkü gibi "küçük İstanbul" değildi, gerçek bir taşra kentiydi. Matineye gitmek için saatler öncesinden hazırlandım, en iyi kıyafetlerim olduğunu düşündüğüm kadife bir etekle beyaz bir gömlek giydim. - Gençken gerçekten çok kötü giyiniyordum, bu kötülüğün izlerini hala üzerimde görebiliyorum.- Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosunun koltuklarındaki yerimi erkenden alıp heyecanla konserin başlamasını bekledim. Konser başladıktan yarım saat sonra koro üyelerinde gözle görülür bir gevşeme olmuştu. O anda partisi olmayanlar aralarında sohbet ediyor, hatta şakalaşıyorlardı. Bunun sebebinin matineye okulların yani çocukların gelmesi olduğunu akşam konserinde anladım. İzleyicilerin yetişkin olduğu akşam seansında öğle saatlerindeki korodan eser yoktu. Çocuk olduğumuz için bizi ciddiye almamışlardı. O anki kalp kırıklığımı hala hatırlıyorum.

Ama kitaplar konusunda gerçekten şanslı bir çocuktum. İyi kitaplarla karşılaştım. Okuduğum ilk çocuk romanını asla unutmadığımı bugün kızımla birlikte yaptığımız okuma sırasında gözlerim dolarak fark ettim. O kitabı onlarca kez okumuştum.

Bugün ayrıca bir okuma önerisi yapmayacağım. İlk önerim bulunması neredeyse imkansız da olsa çocukluğum un ilk romanı olan " Çocuklar Yönetimde"  Küçük bir araştırma yaptım kitap hakkında. Meğer kitap sosyalist bir çocuk romanıymış. İsveç"te bir anaokulunda çocukların sıkıcı oyun ve faaliyetlerden bıkması sonucu yaptıkları başkaldırıyı, anne baba ve öğretmenlerini rehin alışlarını kendimden geçerek okuduğumu hatırlıyorum. Bugün tekrar okudum kitabı. Neredeyse aynı hazzı aldım. Karin öğretmenin kendini tramvay olarak gördüğü rüya, gece ve gündüzün çekişmesi, yoğurt savaşları, kitabın sonunda kralın çocuklardan korkup pes ederek kaçması...
Yazarın adı Gunnar Ohrlander ama Gormander takma adını kullanıyor. Ktabın künyesine de göz attım. Erdal Öz yayına hazırlamış. Arkadaş yayınlarından çıkmış ve son baskısını 1976"da yapmış.

İlk fırsatta yazlık evimizin çatısını didik didik arayacağım. Kızıma okutmak için sabırsızlanıyorum. Ve elime alıp tekrar koklamak için.

İkinci önerim benim jenerasyonumda kitap okuyan her eski çocuğun tahmin edebileceği gibi Samed Behrengi.. Özellikle de Küçük Kara Balık... Defalarca kez baskısı yapıldığı için bulmak kolay. Geriye ilk kez ya da bir kez daha okumak kalıyor.




Çocuklar su katılmamış gerçek bilgelerdir. Büyürken bilgelik yok olur. Çocukken okuduğumuz gerçek kitaplar bilgeliğin anısını ya da izini ömür boyu içimizde taşımamızı sağlar. Ruhlarımızı inceltir, algılarımızı açar. Belki de biz yetişkinlerin yapması gereken tek şey en azından onları ağızlarından beslemek kadar iyi kitaplarla karşılaşmalarına yardımcı olmak.

Ve içlerindeki bilgeliğe, uçsuz bucaksız yaratıcılığa saygı ve hayranlık duymak...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder