7 Kasım 2011 Pazartesi

APARTMAN

Nereden bakarsanız bakın onu görmeden edemiyordunuz. O çirkin morluğu ve kocaman gövdesiyle her yerden görünüyordu. Belki de tek iyi yanı oturduğunuz yeri kolayca tarif edebilmeniz. "Arkandaki, sağındaki mor site ya da otobüsten inmene bile gerek yok, E5'in hemen kenarındaki mor binalar..."
Taşınmayı hiç istememiştim, gerçek bir semtte oturuyordum çünkü, halk pazarı, balık pazarı, çarşısı, meyhanesi, deniz kenarı, ekmek fırını olan bir semtte. Buraya geldiğimden beri alışveriş merkezinden ekmek alıyordum. Bunun yanında tüm zaman ölçeğimi de alışveriş merkezi belirliyordu. Alışveriş merkezi çok tembeldi. İçinde esnaf yoktu ve benim için çok geç açılıyordu. Ben de daha sonraları adının "medeniyet köprüsü" olduğunu öğrendiğim köprüden geçip başka bir semte yürüyordum alışveriş için. Sadece küçük bir köprü geçip başka bir dünyaya adım atmak. Bu ancak masallarda olur.
İhtiyaçlarımı alıp, dükkan önü sulayan esnafa belli belirsiz gülümseyerek mor kütleye geri dönüyordum. Burada kesinlikle yaşam belirtisi yoktu. En azından benim yaşam formuma uygun...
Üçyüze yakın daire vardı sitede. Üç yüze yakın aile yani yaklaşık bin kişi. Bin kişinin mor kütleye girip çıktığına, içinde yaşadığına inanmak gerçekten zordu. Çok az insan görüyordum etrafta. Binanın ruhuna tezattı yaşamları, bina heryerden görünürken içinde yaşayanları siliyordu  sanki. Neredeydi bunca insan? Otoparktaki arabalar var olduklarının tek teminatıydı.
Yaz kış yeşil suni çimler, düzenli ekilmiş çiçekler, birkaç ağaç gözümde mor kütleyi affettirmiyordu. Bu bitkiler, birilerinin gözünü boyuyor, onlara "medeni" bir yaşamı vaad ediyordu sadece.
Sonra bu kadar insanın çöpü, suyu, elektriği, tamiratı, ısınması.. Tüm bunlar da ustalıkla ve sessizce çözülüyor olmalıydı. Burada bir tuhaflık vardı ve bunu nedense sadece ben düşünüyordum.
Evimi sınırlayan duvarlar dışında yaşam belirtisi aramaya karar verdim ben de. İlk günler mor kütle ser verip sır vermedi. Ama işten eve döndüğüm bir akşam üstü posta kutumda kocaman bir soru işareti buldum.

Bu ilk işarete pek aldırdığım söylenemezdi ama tam da benim posta kutumun üzerindeydi soru işareti. İlerleyen günlerde apartman boşluğuna - mor canavarın soluk borularından biriydi sanki- masa örtüsü silkelerken başka bir sürprizle daha karşılaştım.


Ertesi gün su saatlerini okumaya gelen adam hızla saatlerin bulunduğu dolap kapaklarını açıp kaparken, bir tanesinin içinde birer file soğan ve patates, diğerinde ise bir ergen zulası gördüm. Bir porno dergi, bir paket sigara..

Mor canavar nefes alıp vermeye başlamıştı.

O gün acelem vardı. . Ayağım, altındaki sahte çimin yarattığı ses ve dokudan farklı birşeye basınca durdum. Bir metalden çıkan sese benziyordu. Çimlerin arasına eğilip neye bastığımı aramaya başladım.Yerde küçük bir metal kapak vardı. Üzerinde de kapağı açıp kapamaya yarayan küçük bir kulp. Aşağıda ne olduğunu çok merak ediyordum ama ne kadar uğraşsam da kapağı açmayı başaramadım. Sadece birkaç santim aralayabilmiştim. Acele işimi hemen unuttum. Çimlerin üstüne uzandım. Kapağın yanındaki küçücük aralığa gözümü dayayıp kapağın neyi sakladığını görmeye çalıştım. Kimsenin beni görmeyeceğine neredeyse emindim ama otuzlu yaşlarında üstü başı düzgün bir kadının çimlerin üzerine yatmış bir kapağın altına bakmaya çalışmasının pek de normal sayılmayacağını ben bile kabul ediyordum. Vazgeçmek üzereyken bir sesle irkildim:
-"Neden bu kadar meraklısınız anlamıyorum?" dedi arkamdaki ses.
Apar topar ayağa kalkıp üstümü başımı düzelttim. Bir yandan da ne yaptığımla ilgili kabul edilebilir bir bahane arıyordum ki bu pek mümkün değildi.
-"Sadece aşağıda ne olduğunu görmek istedim." dedim.
-"Sadece aşağıda olanı değil. Biliyorum bunu. Sizi fotoğraf çekerken gördüm. Ama uzun süre neyi çektiğinizi anlayamadım. Sanırım biraz tuhaf birisiniz.
"Tuhaf" kelimesini kullandığı anda rahatlamıştım. Gülümsedim. Yirmi yirmi beş yaşlarında üzerinde siyah bir pantalon, siyah bir kazak ve süper kahramanlarınkine benzeyen siyah bir pelerin olan bir adamdı bu. O da bana gülümsedi.
-"Ben buranın güvenlik görevlisiyim, isterseniz sizi gezdiririm." dedi ve cevabımı beklemeden cebinden bir tomar anahtar çıkardı. Kapağı açtı ve içeri atladı. Şimdi onu göremiyordum. Sadece sesi geliyordu kapağın altından.
- "Korkmayın, atlayın, çok yüksek değil." dedi ardından.
Gözlerimi kapayıp, tersine bir Harikalar Diyarı hikayesine atlayan Alice gibi kendimi boşluğa bıraktım.
İçerideydim.
Nedense karanlığa atlıyor hissine kapılmıştım ama içerisi ışıl ışıldı. Birkaç metre ötemde pelerininin ucunu gördüm, arkasından koştum.
Neredeyse üzerinde yürüdüğüm çimlerin, tüm bahçenin büyüklüğündeydi girdiğimiz yer. Şaşkınlığımı gizleyemediğimin farkındaydım. Ağzım açık kalmıştı. Çünkü buranın dört tarafı hatta tavanları borularla sarılıydı. Pistonlar, çarklar çalışıyordu. Boruların üzerinde onlarca adam çalışıyordu. Saatler, ibreler, zaman zaman dışarı boşalan dumanlar arasında koşuşturup duruyorlardı. Bir kısmı mola vermiş olmalıydılar ki köşede boruları kullanarak kurdukları hamakta uyuyan bir adamın yanında bir kaçı çay içiyor, biri de gazete okuyordu. Daha önceden bir tanesini bile görmediğime emindim. İşin tuhafı bu adamlar "Medeniyet Köprüsü"nün öte yanından gelmişe benziyorlardı.
Gizemli rehberim içeride olan biteni iyice sindirdiğime ikna olduğunda girdiğimiz kapının tam karşısındaki kapıdan çıktı. Ben de onu takip ettim.
Girdiğimiz odada  -oda demek için fazla büyüktü- su tankları vardı. O kadar büyüktüler ki içinde üç kişi yüzüyordu. Beni görünce hızla havuzundan çıkıp oradan uzaklaştı.


Ben de diğerlerini utandırıp rahatsız etmek istemediğimden gözlerimi yere eğdim.
"Benim misafirimsiniz" dedi siyah pelerinli adam." Soğuk et ve elmam var, böyle buyrun." Ben onu diğer kapıya doğru takip ederken gerçekle bağlantımı kaybettiğim için korkmayı bırakıp gezintimin keyfini çıkarmaya karar vermiştim bile.
Girdiğimiz yeni odadaki buzdolabından biraz et çıkardı. Yere bağdaş kurup yemeye başladık. Gerçekten lezzetliydi. "Birkaç yer daha var size göstereceğim. Yanınıza bir elma alın." Gözüyle buzdolabının yanındaki sepeti işaret etmişti. İçinden bir elme aldım.



Apartman boşluğunun dibindeydik. Birlikte yukarı bakıyorduk. Onlarca, yüzlerce küçük banyo penceresi açılıyordu boşluğa. "Burada çok durmamalıyız. Gizli sigara içenlerin kül tablası gibidir burası. Birazdan üzerimize yanan bir izmarit düşebilir. Dikkatli olun." dedi. Yerde kırmızı bir kalp gördüm o an. İşareti tanımıştım.
"Tutunun bana."
Bir elimle pelerinini diğeriyle kolunu tuttum. Çatıya varmamız birkaç saniyemizi almıştı. Küçük kapıdan dışarı çıktık. Yangın merdiveninin en tepesine oturduk. Bana bir sigara ikram etti. Gökyüzünü, bulutları seyrettik birlikte. Yanımızda üç güvercin bir de martı vardı. Konuşmadık.


Sigaralarımız bitmiş, kuşlar uçmuştu. Hava kararıyordu. Kemerine takılı telsizden cızırtılı bir ses geldi. "On yediden yirmibire." "Olumlu" diye yanıtladı. Bana döndü. "Gitme vakti geldi, nöbet değişimi." Apartman boşluğuna bıraktı tekrar kendini. Aşağıya inerken bana "şemsiyeyi kullan" diye bağırmayı ihmal etmedi.
Hangi şemsiye?  Şaka yapıyor olmalı...

Gözlerimi kapadım, elimde şemsiye atladım. Çok da hızlı düşmüyordum sanki. Belli ki şemsiye işe yaramıştı. Etrafimdaki pencereleri izleme fırsatım bile oldu. Birinde benim yerime çığlık atılıyordu sanki.



Aşağıda beni bekliyordu. Apartman boşluğunun dibinden, buzdolaplı odadan, yüzme havuzundan, kocaman kazan dairesinden geçip ilk düştüğümüz odaya geldik. Önden o çıktı. Kapağı açıp kendini dışarı çekti ve bana doğru bir el uzandı.


Kafamı dışarı uzattiğimda hızla evlerine koşan ayakları ve ellerindeki üzerinde buraların tek alışveriş merkezinin başharfi "M" olan poşetleri gördüm, Hava kararmaya başlamış ve -güzel bir sürpriz- yılın ilk karı yağmaya başlamıştı.
"Size iyi akşamlar dilerim." dedi. "Tekrar gezmek isterseniz ben buralardayım." Başıyla beni selamladı ve hızla ortadan kayboldu.

Bazen yaşadığınızın tek kanıtı fotoğraflardır. Ancak fotoğraflara bakarak inanırsınız. Gerçeğin kanıtı surettir yani, ne tuhaf.

Asansörle eve çıkarken fotoğraf makineme baktım ellerim titreyerek. Ya boşsa, ya hiçbir şey yoksa içinde.
Görüntüler yavaşça belirmeye başlayınca derin bir nefes aldım.


*Okuma Önerileri
Taammüden Cinayet - Witold Gombrowicz

*İzleme Önerileri
Boş Ev - Kim Ki Duk (2004)
 Kumun Altında - François Ozon (2000)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder