26 Kasım 2011 Cumartesi

İKEA"NIN KURŞUN KALEMLERİ VE DEPREM

İkea"yı sever misiniz? Ben oraya bayılıyorum. Çünkü içeriye adımınızı attığınız andan itibaren, uzun süreli bir alışveriş sırasında gereksinim duyacağınız her türlü sorunun çözümü üzerine kafa yorulmuş izlenimi veriyor bana. Çocuğunuzu oyun alanına bırakabilir, acıktığınızda yiyecek bulabilir, yorulduğunuzda teşhir ürünlerine oturabilir ya da yatabilir, evinizi ölçüp geldiyseniz almayı planladığınız eşyayı orada ölçer, kodunu adını sanını sizin için mağazanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş kağıtlara hemen yanlarında deste deste duran kurşun kalemlerle not edebilirsiniz.

Geçenlerde bir arkadaşım bu kalemlerle ilgili birşey anlattı.


İkea, Türkiye"nin büyük kentlerine ilk kurulduğu dönemlerde, bu kalemlerin, dünyadaki diğer İkea mağazalarına göre anlamlı bir farkla tükendiği fark edilmiş. Sadece birkaç küçük not almak için tasarlanmış, kullanırkan kağıdın üzerinde katır kutur sesler çıkaran ve amaçlanan kullanımın kısalığı ile paralel kendi boyu da kısacık olan, gerçekten iki satır yazmayı denerseniz baş parmağınıza kramplar girmesine neden olan bu kalemcikler Türk müşterilerin ilgisini fazlasıyla çekmiş. Kalemlerin en önemli özelliğinin "bedava" olmaları olduğunu da eklemek gerek elbet.



Bu bilginin beni gerçekten çok çarptığını ve üzerine düşünülmeye değer bize has toplumsal bir davranış biçimi veya hastalığın küçücük bir göstergesi olduğunu birkez daha fark ettiğimi söylemeliyim.

"Birkez daha" diyorum çünkü artık geride kalmış olsa da sözü geçen hastalığın çok daha yoğun ve acımasız seyrettiği yaşamsal formlar içinde bulunmuşluğum var.

Üniversitenin klinik öncesine ait yıllarında tüm tıp ve dişhekimliği öğrencilerinin kabusu olan bazı derslerden -mesela patolojiden- vasat olarak değerlendirilebilecek eğitim hayatıma tamamen aykırı olarak fahiş bir notla geçtim. (97) Bunu ise kaldığımı kız yurdunun hamamına borçluyum.

Gerçekten...

Tüm nüfusu 1200, oda nüfusu ise 11 olan yurtta yıkanma sistemini özetlemeliyim önce...

Öncelikle sene başında odaya, en büyük boyundan bir leğen alınır. Üzerine oje marifetiyle oda numarası yazılır.



Yurtta sıcak su haftada üç gün saat 19:00 -21:00 saatlerinde verilir. O günlerin sabahında oda sakinleri kimin akşama banyo yapacağını konuşur, banyo yapacaklar arasında dersi erken biten birine "leğen bekçisi" olarak karar kılınır. O kişi öğle saatlerinde yurda gelir. Odanın leğenini alıp hamamda uygun bulduğu bir kurnaya koyar. Ancak koyduğu kurna çok önemlidir, çünkü kurnaların üzerindeki sıcak ve soğuk su musluklarının ya biri ya her ikisi genellikle bozuktur. Ya sadece soğuk su akıyordur, ya da musluk sıcak buhar püskürtüyordur. İki musluğunn da çalıştığı bir kurnayı seçmek leğen nöbetçisinin görevidir ve ne yazık ki sıcak su musluğunu denemek borulara sıcak su verilmeden mümkün değildir. Önceki banyolarda hamamı iyi gözlemek gerekir.

Sonra nöbet başlar. Saat 13.00 - 19.00 saatlerinde bekçi leğenin başında oturur ve tuvalete gitmek ve kısa kantine gidişler dışında oradan ayrılmaz. Çünkü ayrılırsa başka bir leğen bekçisi gelir, sizin leğeninizi tekmeleyip, kendi leğenini koyar kurnaya. Sorumluluğunuz ağırdır kısacası.

İşte ben o yıllarda kurna başında çok ders çalıştım. Bu hikaye şimdi bana sevimli hatta komik geliyor ama o zamanlar çok acı çekmiştim. 

Hatta bu hikayelerin daha sevimsizini ve acısını kocamın askerlik anılarında dinlemişliğim var. Bölüğün yemekhanesinde çorba çıktığı günler, kaşıkların ortadan yok olup sadece çatal verilmesi, ya da altı kişilik yemek masalarının üzerine askerlik günlerinin altın değerindeki yemeği pirinç pilavından sadece iki tabak koymak gibi, kişinin egosunu yoketmeye, kişiliklerinin ise arkadaşı tarafından "ezdirilmesine" neden olacak akıl almaz hikayeler...

Ama öğrencisine banyo yapmayı, askerine adam gibi bir tabak pilav yemeyi reva görmeyen devlet, ara ara yaptığı gıda, yakacak yardımlarıyla sanki gönül almak istemektedir. Ancak bunu da bir ön şartla yapar: İzdiham





Sonuçta hamur gibi yoğrulup bir kıvama gelmişizdir. İçimize bir şekilde bir duygu ekilmiş, bu ekilen dallanıp budaklanıp bir yerlerimizi ele geçirmiştir. (Bunun sosyal ya da ekonomik sınıf kavramıyla hiçbir ilgisi olmadığını da söylemek gerek, hepimiz dandik kuru pasta, meyve suyu masalarının önünde itişen akademisyenler, beş yıldızlı otellerin açık büfelerinde kendinden geçen zengin insanlar görmüşüzdür.)

Artık henüz hakkımız yenmeden hakkımız yenmiş gibi hissedip davranmaya hazırız.

Marmara depreminde bir sivil toplum  kuruluşu benim de içinde olduğum bir grup diş hekimini Yalova'ya yollamıştı. Henüz deprem olalı on gün olmuştu ve bir çok yer gibi diş klinikleri ve hastaneler de yıkıldığı için depremzedelerin diş hekimi hizmetine ihtiyacı vardı. Acil ve ağrılı hasalara bakmıştık orada ve bize sponsor olan bir diş macunu firmasının ürünlerini dağıtmıştık. Diş macunu ve diş fırçası almak isteyenlerden  bazıları ezilme tehlikesi atlattığında çok şaşırmıştım. Bugünse Van'da çadır tırlarının yağmalanmasına, kimsenin evinden ve eşyalarından ayrılmamak için evinin bahçesine çadır kurmasına, ihtiyacından çok çadır almasına, hala çadır bekleyenler olmasına şaşıramıyorum.



Basında olan biteni izleyip, cık cık diye kafamızı sallayarak eleştirdiğimiz bu tablonun içinde kendimiz olsak, nasıl davranacağımızın garantisini verebiliyor muyuz?

Atalarımızın bize aktardığı göçerlik ya da aç kalma tehlikesi midir, reaya olmanın etkilerini üzerimizden atamamak mıdır yoksa ne yaparsak yapalım yerleşik devlet geleneğininin bizi adam etmeye ahdetmesi midir bilinmez. İkea"nın bedava kurşun kalemi ile fazla çadır almanın altında aynı duygunun tohumu vardır.

Belki bu topraklarda yaşamak biraz da böyle birşeydir...

*İzleme Önerileri
Dogville - Lars Von Trier 2003
Ayazda Bir Yürek -Claude Sautet 1992

* Okuma Önerileri
Büyücü - John Fowles (Ayrıntı Yayınları)


*Dinleme Önerileri
Do You Recall? - Royal Wood (The Waiting)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder