16 Ekim 2011 Pazar

EV, AĞAÇ, SONBAHAR, ÖLÜM...

Sohbet mi edeceklerdi? Belki de çay içerler. Önce üç kişiydiler. Radyodan eski bir alaturka şarkının cızırtılı sesi geliyordu. Hava kararmamıştı. Belli ki akşam saati için sözleşmişler ama yaşlıların randevu saatini beklemeye sabrı yoktur. Yapılması gereken tek bir şey bütün günü kaplar.

Bir ara unuttum onları, evde kendi işlerime dalıp gittim. Sonra balkona çıktım yeniden, hala orada mıydılar, merak ediyordum.
Sayıları artmıştı, radyoyu da kapatmışlardı. Buluşma saatinin geldiğini anladım. “Saat dokuzda” demiş olmalılar, on dakika geçmişti bile.
Bir şey tartışıyor gibi görünüyorlardı. Masanın üzerinde bir defter duruyordu. Onu elden ele gezdirdiler. Bu sıradan bir apartman toplantısıydı ama tepelerinde yanan ampulün cılız ışığı etraflarını saran yaprakların görünmesini engelliyor, sanki hepsini havada asılı tutuyordu. Bu ışık altında onları izlerken, aslında apartmanlarının dış cephe kaplamasının maliyetinden, bahçe düzenlemesi için birini tutmak gerektiğinden ve hiçbirinin yönetici olmak istemediğinden konuştuklarına ikna olamıyordum.
Sanki İsa’nın Son Akşam Yemeğinden çıkıp gelmiş gibiydiler.



Ben de kaçamak fotoğraflarını çekmeye karar verdim. Bu benim evimin balkonundan çektiğim ilk fotoğraf.


Nasıl göründüklerini, ya da benim onları nasıl gördüğümü göstermek istedim onlara. Ama hiçbirini tanımıyordum. Bir ara fotoğrafı büyük boy bastırıp apartmanlarının girişine asıp, kaçmak bile geldi aklıma ama çarçabuk vazgeçtim. Daha tanışmadan tuhaf bir komşuları olduğuyla ilgili onları korkutmak istemedim. Nasılsa bir gün tanışacaktık.

Salonun penceresini tamamen kaplayan bir ceviz ağacı var. Onu ilk gördüğümde bu evde yaşamak istediğimi anlamıştım. Yaşamaya başlayınca ise onun ne kadar çok hali olduğunu izlemek şaşırttı beni.  Onun sakin, dilsiz bir komşu, gülümseyen bir ev arkadaşı, ben televizyon izlerken beni izleyen bir sevgili, uyuyan bir adam, sevecen bir anne hallerini izleyip durdum. Yapraklarını döktü, tomurcuklandı, kargalara ev sahipliği yaptı, dallarına takılmış sarı lacivert uçurtma kuyruğu ile bir süre sonra uzlaşıp onu dallarından biri yaptı. Her sabah perdeyi hızla çektim onu görmek için. O da bana tüm ışıltısı ile “günaydın” dedi.
Ona bakarken doğanın ve yarattıklarının kusursuzluğuna hayret ettim. Sadece bir ağaçtı ama her ağacın birbirinden farklı olduğunun kanlı canlı işaretiydi. Önümde duruyor ve her hali ile beni selamlıyordu sanki.








Kendimi çok yorgun, çok mutsuz ve tükenmiş hissettiğim bir andı. Gözlerimden yaşların akmasına engel olamıyordum. Ağaca bakıp ağlıyordum, ağaç da bana bakıyordu sanki. Ara ara yapraklarını hareket ettiriyor, yüzüme doğru belli belirsiz bir serinlik üflüyordu. Sonra tuhaf bir şey oldu. Rüzgâr bıçakla kesilmiş gibi durdu ve sessiz geceye bir inilti yükseldi.
Bu acıdan inleyen bir kadının sesiydi. Ses çok yakından geliyordu. Belli ki çok ağrısı vardı. Kurtarılmayı diliyordu. Üzüntüm bir anda anlamını yitirdi, sadece utandım. Öyle çok utandım ki, arkamda yanan tüm ışıkları kapattım. Ortalık tamamen kararınca ses daha da yükselmişti sanki. Duyuların yanıltıcılığı… O an tam karşımdaki pencerenin ışığı yandı, genç bir kadın yatakta yatmakta olan hastaya ilacını verdi ve kafasını kaldırdı. Göz göze geldik sanki. Ama o karanlıkta beni görmesi imkânsızdı. Hışımla perdeyi çekti, - ya da utancımdan bana öyle geldi-  İnilti devam ederken, rüzgar yeniden başladı ve ağaç, birkaç yaprağı ile beni teselli etti. Kendimi kötü hissettiğimde acıyı örten bu pencereyi hatırlamak istedim ben de.



Tüm hastaların acıları sabaha karşı durur. Sabah olduğunda ses kesilmişti. Pencere açıktı ve rüzgâr hafifçe eserek penceredeki perdeyi hareket ettiriyordu. Bense hastanın durumunu merak ediyordum. Birden onu gördüm. Sadece bir an için. Perde rüzgârdan yana savrulduğunda. Üzerinde geçirmiş olduğu gecenin tüm yorgunluğu ile yatağının üzerinde oturmuş karşısındaki aynaya bakıyordu. Aynanın yanında bezden yapılmış büyük bir kedi vardı. Hani içine toka, tarak, makyaj malzemesi gibi ıvır zıvır konan torbalardan. Kedi şeklinde bir torba, kocaman bir ayna ve karşısında saçsız başını dakikalarca tarayan kadın. Gördüğü tedavilerden olsa gerek, saçlarının neredeyse tamamını kaybetmişti. Yavaş hareketlerle saçlarını tarıyor ve uzun uzun kendini seyrediyordu. Oradaydı işte, makinemi elime almayı düşünmedim bile. Bazı anların fotoğrafı çekilmez.
İki sabah önce bayramın ilk sabahı onu balkonunda çay içerken gördüm, iyi görünüyordu hatta bu güzel sabahın hatırına giydiği kıpkırmızı hırkası ve harika şapkası ile çok iyi görünüyordu. Ağaç onu yaprakları ile sarmış şifa vermeye çalışıyordu sanki ve sabahın en güzel ışıkları üzerine düşüyordu.




Böyle güzel sabahlarda evde herkes uyurken balkona çıkıp etrafa bakınıyor ve sanki günün ilk nefesini alıyorum. Bazen benimle birlikte bakınan ve nefes alanlar da olmuyor değil. Sokakta çok fazla kedi var ama herkes onlara çok alışkın davranıyor. Onlar da sanki işe geç kalmış memurlar gibi kararlı adımlarla oradan oraya gidiyorlar. Kedilerin bu hali beni her zaman gülümsetir. Sonra aniden durur ve garip bir şey yapıverirler. Bir ağaca şaşırmak ve onu seyre dalmak gibi. Evet, ben bir ağaca şaşkınlıkla bakan bir kedi gördüm.



Sonra da çocukların bağrışmalarını duydum, aşağı baktım. Bir şeyin başına toplanmışlar, heyecanla konuşuyorlardı. Kedi seslerden kaçtı, ben merakımdan onların yanına indim.
Çocukların doğallık ve bozulmamışlıklarının sağlamasını ölüm karşısında yapmak çok çarpıcı olabiliyor. Ölümün kendine has tuhaflığı, sessizliği ve çekiciliği her zaman ilgimi çekmiştir. Bu duyguyu paylaştığım sekiz yaşındaki arkadaşlarımla büyümüş gözlerle, uzun uzun izledik onu. Sonra cansız bedenini kedilerden korumak için gömmeye karar verdik.


İsa’nın Son Akşam Yemeği’nden bu yana bir yıl geçti. Artık konukları tanıyorum. Onlar da beni tuhaflıklarımla seviyorlar. Eğer gün olur da ağaç kesilmeye kalkılırsa neler yapabileceğim anlattığımda tuhaflığımdan emin olmuşlardı. Bir tanesi ise bana şöyle cevap verdi:” Merak etme, eğer kesmeye kalkarlarsa ben de seninle birlikte sarılırım ona.” Onu o gün sevdim, son derece normal görünümlü bir kadındı ama ruhundaki tuhaflığı benden gizleyemiyordu. Üç çocuğu var, çok iyi bir anne o, annelik yaparken ruhunu bir yerlere teslim edip sonra da unutmamış hem de. En küçük çocuğundan hep G….’m diye söz ediyor, ondan bahsederken gözlerinin içi gururla parlıyor.. Ona yemek yapmayı bile öğretmiş. G gözlerindeki sevecen parıltıyı annesinden almış. Çalışma odamın tam karşısında onun odası. Bazen uzun saatler, yan yana bilgisayar başında oturuyoruz. Ben çalışıyorum, o kızlarla ekran karşısında sohbet ediyor. Ne de olsa bir ergen…


Sonbahar geldi, ağaç yüzünü değiştirmeye başladı bile. Sanki her sabah kendisindeki değişikliği gururla bana gösteriyor. Ben de ona hiçbir gün ilgisiz kalmıyorum. Bahçede yaz mevsiminin son izleri akşamdan kalma birinin evi gibi hüzün veriyor. Bu yaz çardağın altı, birkaç yaş günü partisine, iki akşam yemeğine ve apartmanın ergenlerinin bitmek bilmeyen ama umut dolu sohbetlerine ev sahipliği yaptı. Şimdi sadece asma yaprakları var, onlar da yakında dökülecek.



Apartman sakinleri bahçeye bir ayna attı. Onu ilk gördüğüm günden beri gözümü alamıyorum. Her an ağacın yaprakları arasından başka bir görüntüyü yansıtıyor. Bu eğlenceli oyuna katılmak için yerimi birkaç santim değiştirmem yeterli. Ona hiç bakmasam da yansımasını yüzümde hissediyorum bazen. Bir an bir sıcaklık geliyor. Ağaç sanki bu yapay nesneyi bile kendisi ve doğayla tanıştırarak ehlileştirdi. Bazen üzerinde yaprakların, bazen yağmur damlalarının bazen de kuşların yansımasını barındırıyor. Ağaç o kadar güçlü ki...





Yağmurların da başlamasıyla artık çocuk sesleri duyulmaz oldu. İki gündür yağmur yağıyordu, bugün durdu. Kızım balkona koştu ve sek sek oyunu için çizdiği çizgilerin silindiğini görüp surat astı. Ama tam o çizgilerin yerinde bizi başka bir sürpriz bekliyordu. Yerden çıkan yapraklara bakarak çok eğlendik.



İlk kez toprağa basarak, sanki benim çocukluğumdaki gibi bir yaz geçirdi kızım. Ölü bir fareyi sopayla dürttü, sulanmış bahçedeki birikintilerde zıpladı ve küreğiyle toprağı kazdı, kazdı, kazdı. Karıncalarla uzun konuşmalar yaptı. Tırnaklarının içi kapkara oldu. Arkadaşlar buldu, onlarla kavga etti. Kediye isim taktı, ölü güvercin gömülürken şaşkınlıkla baktı.
Artık camın önünde yağmuru seyrediyoruz.



Ekim 2009 - Eylül 2010







 
 

1 yorum:

  1. Neden bu kadar duygulandım okurken bilmiyorum özelikle ağaç beni çok etkiledi ne kadar uzun zaman oldu etrafımdaki insanların bile farkında değilim ki ağaçların hiç... Acıdım bir an kendime ve bu koca şehirde yaşayan bir çok benim gibi insana.... kıskandı seni bi yanım aslında acaba fotograf çektiğin için mi bu kadar dikkatlisin etrafına karşı yoksa bu keşmekeş dünyanın seni avucunun içine almasına izin vermediğin için mi? çokta önemli değil aslına bakarsan sonuçta beni uyandırdı bu yazı bir çok şeye karşı içimde çok garip hisler yarattı unuttuğum için utandığım... sürüklenmemek lazım gerçeklik olarak gürdüğümüz ama bizi gerçek olandan uzaklaştıran bu karmaşık, görkemli ama bir o kadar da can sıkıcı olan isimlendiremediğim peşinden koştuğum o her neyse sürüklenmemek lazım... Sadece bu yazın için değil bu yorumum yazdığın diğer yazılarda da bana aynı duyguları yaşattın tekrar ediyorum çok utandım, çok kızdım kendime bilerek, görerek, gözümüze soka soka gösterdi bu hayat bize kendisini ama ben daha önemli gördüğüm şeyleri koyduğum rafları öne çekip bu gerçek olanları koyduklarımı beynimin en arka köşelerine ittim... uyandım ama sayende daha öncede söylediğim gibi, fark ettim ki kötü olan, can sıkan gerçekleri sırf anı kurtarmak için ata ata gerilere, görmemezlikten gele gele işte o ağaç gibi güzel olan gerçekleri de görmemeye başlamışım... bu yazıyı yazmaktaki amacın neydi, ne düşündürmek istedin bilmiyorum ama bende uyandırdıkları bunlar oldu işte. Ellerine, diline, yüreğine sağlık...

    YanıtlaSil