19 Ekim 2011 Çarşamba

BEKİR'İN DOKUZ GÜNLÜK BAYRAM TATİLİ

                                                     Bayram tatilinde abuk sabuk sebeplerden öldürülen yedi kadına;

Bekir’in canı sıkılıyordu.
Aslında Bekir’in canı hep sıkılıyordu ama bu sefer başkaydı. Önünde evde oturup sıkılması gereken koskoca dokuz gün vardı. Gerçekte üç gün olan bayram, her zamanki gibi dokuz güne çıkarılmış ama bu son ana kadar sanki bir gizmişçesine açıklanmamış, tüm memurların konuşmaktan nedense hiç sıkılmadıkları bir konu haline gelmişti. “Pazartesi, Salı, Çarşamba… Perşembe, Cuma mesai var. İki gün birleşir miydi acaba?” Tabii ki birleşmişti.
Bekir’in, kendi gibi hep canı sıkılan ve bu sıkıntıyla sürekli uyuyarak baş eden karısını dört gündür bayram telaşı sarmıştı. Yağ, un ve kavrulmuş soğan kokusu karışımı eve her girdiğinde yüzüne tokat gibi çarpıyor ve içini bulandırıyordu Bekir’in. Normal günlerde sürekli kıymalı patates, bulgur pilavı ve makarna yapan karısı –aslında makarna yapmayı bile beceremiyordu, bulgur pilavı ise askerlik günlerindeki yemekhane gibi koktuğu için onu tiksindiriyordu- bu dört gün içinde yapış yapış şerbetli bir tatlı – bir kat muhallebi, bir kat tel kadayıf, üstüne bir kat daha muhallebi, sonra şerbet ve buzdolabı-, kısır –fena değildi-, mercimek köftesi – takır takırdı-, kıymalı börek –kıymalar topak kalmıştı-, kıymalı taze fasulye – börek içi için hazırladığı kıymanın kalanını kullanmıştı- ve bayram olduğu için bulgur pilavı yerine pirinç pilavı –lapaydı- yapmıştı. Eve sinen yemek kokusu dokuz günde çıkmayacaktı.
O akşam karısı, ocak ve fırının yaydığı sıcaktan pençe pençe kızarmış yüzünü soğuk, ayakta durmaktan şişmiş ayaklarını sıcak suyla yıkayıp erkenden yattı.


Cumartesi

Bekir, onu sanki biri dürtmüş gibi aniden gözünü açtı. Karısı uyurken, oğullarının eski formasını giyiyordu. Bu yüzden Bekir’in o sabah ilk gördüğü şey yine kocaman bir “7 sayısı ve “Ronaldo” yazısıydı. Bekir sırtında Ronaldo yazan biriyle uyumaktan nefret ediyordu. Karısının düzensiz horultusunu bir süre dinledi, sonra kalkıp salona gitti.

Televizyonu açtı ama pencereden dışarı seyretmeye başladı. Sabah haberleri iç karartıcıydı. “Trafik canavarı daha ilk günden on can almıştı.” Spiker öyle diyordu. Trafik canavarı… “Ne saçma” diye düşündü Bekir. İnsanlar baş edemedikleri şeyleri kendilerinden ayrıştırırlar. Sanki kendi hataları değil de yollarda özellikle bayram günleri dolaşan Gulyabani ya da Kasımpaşa canavarı gibi bir canavar yaratıp suçu ona yüklerler.. Kelimeler de buna hizmet eder. Onlar değil canavar suçludur. Bekir tüm bunları düşünecek kadar derin bir adam değildi elbet.  Zaten böyle de düşünmedi ama bu ifadenin içindeki tuhaflığı sezdi. Mırıldanarak üç kez “trafik canavarı, trafik canavarı, trafik canavarı” dedi. Çok tekrarlanan tüm kelimeler gibi birden bu iki kelime de anlamını yitirdi, saçmalaştı, hatta komikleşti. Bekir uzun süredir ilk kez “gülümsedi.”
Ardından gelen haber bir cinayetle ilgiliydi. Trabzon’da bir adam, karısı bayram temizliği yapmadığı için onu dokuz yerinden bıçaklayarak öldürmüştü. Bekir televizyona baktı. Bir adam – kafasını ceketinin içine sokmuş – onu kollarından neredeyse sürükleyen polisler eşliğinde arabaya bindiriliyordu. Adam çok pişmandı.
Mutfaktan çatal, bıçak, dolap kapağı, çaydanlık ve akan musluk sesi gelmeye başlayınca Bekir mutfağa yöneldi. Üzerinde dizleri çıkmış, ağı sökük eşofmanıyla “Ronaldo” kahvaltı hazırlıyordu.

Pazar

Öğle yemeğinden sonra Bekir’in canı tatlı bir şeyler çekti. Karısından biraz muhallebili kadayıf istedi. Karısı tatlıyı bozamayacağını, onu bayram için yaptığını söyledi. Bekir küfür etti, karısı söylenerek Bekir’e tatlı verdi. Bekir bir kaşık tatlı aldı ağzına ama zor yuttu. Ağzından çıkardığı bir şeyi eliyle karısına uzattı. “Bu ne?” dedi. Karısı Bekir’in eline doğru yaklaştı ve baktı. Bekir de karısının yüzüne baktı. Gözü karısının çenesindeki benin üzerindeki uzamış kıla takıldı. Bu yüzden karısının cevabını anlamadı. İrkildi, tekrar karısının gözlerine anlamamış baktı. Karısı son derece doğal bir ifadeyle, aslında ikinci kez “ tel şehriye” dedi. Ne yapabilirdi ki karısı, son anda kadayıf almayı unutmuştu, bir daha inmeye üşenmişti, O da tel şehriyeyi kavurup kadayıf yerine kullanmıştı. Hem “Ne fark ederdi.” ki.
“Allah belanı versin.” dedi. Bekir. Tabağı lavabonun içine fırlattı. Kapıyı çarpıp çıktı. Dış kapının önünde bir an için durup nefes aldı.
Artık kesinlikle emindi. Bekir karısına sinir oluyordu.
Kahveye gidecekti aslında. Ama kendini ganyan bayiinde buldu. İkinci ayakta yatınca bir de bahis oynadı. Yarış saatini beklerken önündeki gazeteyi karıştırmaya başladı. İkinci çocuklarını bekleyen ünlü çiftin, çocuklarına hangi ismi koyacakları ile boşanan şarkıcının haberi arasındaydı kadınla adamın düğün fotoğrafı. Gülümsüyor, mutlu görünüyorlardı. Fotoğrafın altında, yukarıdaki tabloya pek de uymayan bir haber vardı. Adam bayram izni için şartlı tahliyeyle çıkmıştı ve karısını göğsünden bıçaklayarak öldürmüştü. Doğal gazı açıp intihar etmeye çalışmıştı ama kendisini öldürmek karısını öldürmek kadar kolay olmamıştı belli ki. Karısının cansız bedeninin yanında televizyon seyrederken bulmuştu onu polisler. Komşular şaşkındı. Adam iyi bir adamdı, kadın kocası gelecek diye ona yemekler yapmıştı. “Belki o da kadayıf yerine tel şehriye tatlısı yapmıştır.” diye düşündü Bekir, Elindeki bahis kağıdını yırtıp dışarı çıktı sonra da.


Pazartesi
Bekir salondaki koltukta oturuyor bir yandan da eliyle kadife döşemeyi okşuyordu. Bu hissi seviyordu çünkü koltuğun üzerindeki allı güllü örtüler sadece bayramlarda kalkıyordu. Salonda Bekirlere bayram ziyaretine gelmiş beş kişi, karısı, bir de kendisi yedi kişi oturuyorlardı.  Karısının geveze Gülseren yengesi, yengenin sevimsiz kocası, canı sıkılan iki ergen ve bir de on yaşındaki oğulları. Karısı, sehpanın üzerindeki çay bardaklarını toplayıp tatlı tabaklarını getirdi. Bekir’in yüreği hopladı bir anda. Aslında bir gün önce, karısı gözyaşları içinde tel şehriye tatlısını çöpe atmıştı ama Bekir bunu bilmiyordu. Yiyecekleri tatlı misafirlerin getirdiği cevizli baklavaydı. Bekir’in eli kadifenin üzerinde sökülmüş bir ipe takıldı. Onu koparmaya çalışırken Gülseren yengenin çığlığıyla neredeyse yerinden zıpladı. “Allah belanı versin, şerefsiz seni, ne istedin gencecik kızdan, vah vah vaaaah, pek de güzelmiş yavrum benim.”
Gülseren yenge televizyondaki habere yorum yapıyordu belli ki. Bekir başını ekrana çevirdi. Adam sevgilisine işkence yapmış, dövmüş, alkol ve uyuşturucu vermiş, sonra da otobüs durağına atmıştı. Kadın hastanede bir buçuk ay yaşam mücadelesi vermiş ama bayramın birinci günü bu mücadeleyi kaybetmişti. Adam yakalanmıştı ve tabii ki pişmandı.
Karısı tatlıları ikram edip Bekir’in tam karşısındaki koltuğa oturdu. Bekir karısının çorabının kaçığına baktı bir süre. Bacağındaki kılları da örtememişti naylon çorap. Oysa Bekir işyerindeki kadınların da bacaklarına bakıyordu. Onların bacağında hiç kıl yoktu.
Trafik canavarının aldığı can yirmi altıya yükselmişti.

Salı
“Hayırdır inşallah” dedi Bekir yataktan kalkarken. Çünkü rüyasında Sevgi’yi görmüştü.
Sevgi, Bekirlerin işyerinde kısa bir süre çalışmış ve bu sürede Bekir’e âşık olmuştu. Uzun süre anlamamıştı Bekir. Dünya üzerindeki herhangi bir kadının kendisine aşık olabilmesine hiçbir zaman ihtimal vermemişti. Etrafındaki arkadaşları “uyandırmışlardı” onu. Artık Bekir, Sevgi’yi her gördüğünde eli ayağına dolanıyordu. Sakin bir kızdı Sevgi, pek konuşmuyordu Bekir’le. Ama hep onun yanında olmak istiyordu. Bir sürü bahane uydurup yanında kalmaya çalışıyordu. Bekir bir kere konuşmaya niyetlenmiş, ama hemen vazgeçmişti.  Sevgi de bir kez konuşmak istemişti sanki. Ama becerememişti. Hatta bir keresinde iş yerinin yemeğinde yan yana oturmuşlardı. Sevgi’nin eli Bekir’in eline değmişti. Sanki elektrik çarpmıştı Bekir’i. Hayatında ilk kez gidip kendine bir gömlek bir de kravat almıştı Bekir.  Nedense yeni kıyafetler almak istiyordu. Bir de daha çok gülüyor, daha çok konuşuyor, daha az uyuyordu Bekir. Aşık olmuştu ama farkında olamamıştı. Sevgi gittiğinde içmeye gitmişti. Sarhoş olup birkaç damla gözyaşı bile dökmüştü. Sonra unutmuştu onu. Dün gece rüyasında görene kadar.
Sevgi’nin çok güzel bacakları vardı. Düzgün, açık kahverengi ve kılsız.
Karısı çoktan kalkmıştı. Televizyonun karşına oturmuş, çay içiyordu. Ekranda bir grup kadın ellerinde pankartlarla yürüyordu. Kocasıyla şiddetle geçinemeyen bir kadın, kocasının çekiç darbeleri sonucu ölmüştü işte. Sinir krizi geçiren ve tabutu yumruklayan adam ve kadınlara baktı Bekir.
Trafik canavarının aldığı can kırk altıya yükselmişti.

Çarşamba
“Sen yalnız git.” demişti ama işe yaramamıştı işte. Karısının annesine bayram ziyaretine gitmek zorundaydı. Karısı o kadar çok ağlamıştı ki lanet edip gelmişti.
Kaynanasının evinden nefret ediyordu. Kaynanasından da nefret ediyordu. Ama evden daha çok. O kadar çok eşya vardı ki sanki altlarında eziliyordu Bekir. Salon dantelden yapılmış gibiydi. Danteller her yerdeydi. Danteller boğazını sıkıyordu. Her şey ağırdı sanki bu evde. Bekir evi hafifletmek istiyordu. Bir de şu koku yok muydu?
Başka hiçbir yerde duymadığı bir kokuydu bu. Tüm evi sarmıştı. Pis, çürük, yanık gibi değil, hiçbir kokuya benzemiyordu. Yaşlılığın, ölüme yaklaşmışlığın kokusuydu bu. Ama Bekir bunu bilmiyordu.
Kaynanası hayatta en çok kuşunu severdi. Kuşun kafesi hep açıktı. Bekir kuştan nefret ediyordu. Kuş Bekir’i çok seviyordu. Eline konuyordu hep.
Eve girdiklerinde kaynanası elini Bekir’in burnuna dayamıştı öpsün diye. Eli daha da çok kokuyordu.
Çaylar geldi. Çay bardakları hatta çay bile kokuyordu. Bekir çayına dokunmadı. Karısı ve kaynanası bunu fark etmediler. İkisi de tuhaf sesler çıkararak çaylarını içmeye başladılar. İnsan neden daha bardağını ağzına değdirmeden höpürtü çıkarır ki. Sesler yükseliyordu sanki. Bir o, bir o. Arka arkaya, durmaksızın. Bekir eline konmuş kuşu seviyordu.
Karısı ve kaynanası bir şeyler konuşuyorlardı ama Bekir höpürtüden başka bir şey duymuyordu. Kaynanası ateşli bir şeyler anlatıyordu kızına. Hani şu Hatice vardı ya köyde. Kocasından boşanmak isteyen. On gündür kayıptı. Daha dün dere kenarındaki ağaçta asılı bulunmuştu. “Ayy” diye bağırdı karısı. Altı çocuğa ne olacaktı şimdi. Bekir höpürtülerin arasından konuşmanın sonunu duymuştu. “On gün boyunca ağaçta asılı kalan biri nasıl görünür?” Böyle düşündü Bekir. “Oğlum ne yapıyorsun? Öldüreceksin hayvanı!” Bekir kendine geldi. Kuş avucunun içinde çırpınıyordu. Kaynanası yaklaşmış korkuyla Bekir’in yüzüne bakıyordu. Bekir de ona baktı. Kadının çenesinde karısınınkiyle aynı yerde iğrenç bir et beni vardı. Midesi bulandı.
Bekir bu kokudan, bu kuştan, bu evden, et benlerinden, bacak kıllarından nefret ediyordu.
Bekir bayramlardan da nefret ediyordu.

Perşembe
Bekir odadaki gürültüye uyandı. Saat neredeyse öğlene geliyordu ve karısı yatak odasının tozunu alıyordu. Bekir’in uyandığını görmedi. Elinde evlendikleri gün belediyenin onlara –daha doğrusu o nikâh dairesinde evlenen herkese – hediye ettiği ağızlarında iki alyans tutan ve öpüşen iki güvercinin biblosu vardı. Bekir bibloyu ilk eline aldığında ağırlığına şaşırmıştı, bu yüzden biblodan çok küçük bir heykel demek gerekirdi. Karısı dakikalarca heykelciğin tozunu aldı, Bekir uyur gibi yapmaya devam etti. Karısı kapıyı çekip odadan çıktı.
Bekir gözlerini açtı. Evlendikleri günü hatırladı. (Bekir’in derin bir adam olmadığından bahsetmiştik. Çehov okumadığını ve hikâyede şöminenin üzerinde bir tüfek anlatılmışsa, tüfeğin sonda mutlaka patlayacağını bilmediğini kabul etmeliyiz.) Bekir de nikâh gününü ve güvercin heykelini neden düşündüğüne anlam veremedi.
Mutfağa girdiğinde karısı kahvaltısını bitirmişti. Bekir’in önüne bir bardak çay koydu. Bekir’in eli masanın üzerindeki muşambaya yapıştı. Elini kaldırdı. Çay tabaklarının bıraktığı sarımsı halka izlerine, reçel damlasına ve kesilmemiş peynir kalıbının üzerindeki çatal izlerine baktı. Karısı önüne kavanozu çekmiş, bıçakla şokella yiyordu. Her ağzına götürüşünde bıçak dişlerine çarpıyor, katlanılmaz bir ses çıkarıyordu. Bekir çayı itti. Masadan kalktı. Kapıyı vurup çıktı.
Kahvede bir masaya oturdu, çay söyledi. “Kahvenin masası bile bizim evdekinden temiz, pasaklı karı” diye düşündü. Karşısına bir adam oturdu. Başıyla Bekir’e selam verdi. Gazetesini okumaya başladı. Bekir göz ucuyla adamın gazetesini okumaya başladı. Karısının kendisini aldattığından şüphelenen adam onu sekiz yerinden bıçaklamıştı. Ama haberin esas ilginç yanı, adamın üzeri kanlar içinde sokağa çıkması, otobüs durağına oturması, duraktaki komşusundan sigara istemesi ardından da ondan polisi aramasını istemesiydi.
Trafik canavarının aldığı can yetmiş dörde yükselmişti.

Cuma
Adam yaralama suçundan cezaevindeyken bir buçuk ay önce tahliye olan bir adam, imam nikahlı karısını yirmi dokuz yerinden bıçakladı. Ama olayın haberi gazetelere ertesi gün düşecekti.
Bekir neredeyse bütün gün uyudu.
Trafik canavarının aldığı can seksen dokuza çıktı.

Cumartesi
Bekir kahveden döndüğünde karısı oturma odasındaki çekyatta uzanmış dizi seyrediyordu. Bekir’in gözü karısının üzerindeki rengi atmış pijamaya takıldı. Pijamanın arkasında kan lekesi vardı. Bekir gözünü kan lekesinden ayıramıyordu. Kan lekesi, büyüdü, büyüdü, karısının pijamasının paçalarından akmaya başladı. Bekir sanki hipnotize olmuştu. Kanın kesif kokusu karısının saçlarından yayılan soğan kokusuna karıştı. Bekir yatak odasına gitti, öpüşen güvercinleri aldı, odaya geri döndü. Bir an durdu. Birkaç dakika sonra karısının paçalarından akan kanlar bütün odayı kaplamıştı. Bekir koltuğa oturdu. Güvercinlerdin birinin ağzından kan sızıyordu.

Pazar
Polisler Bekir’i götürürken komşuların hepsi pencerelere sıralanmıştı. Kadınlar elleriyle ağızlarını kapatmış şaşkınlıkla olan biteni izliyorlardı. Bir tanesi “ne kadar efendi adamdı” dedi.
Bekirse “pişmanım” demek istedi. Ama pişman değildi.

Trafik canavarının aldığı can yüz on ikiye çıktı.

Gelecek yazı: Uyku Ölümün Kardeşidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder